Salı, Ocak 22, 2008

"SU"DAN ŞEYLER

SUyu seviyorum.
Yüzüme çarpmasını seviyorum sabahları... Obsesif olduğum için, 8 kere sağ tarafa, 8 kere sol tarafa, 3 ortaya, 3 gıdıya... Sonra aynaya bakıp, aşağı sarkmış kaşlarımı düzeltip, kendime öpücük atıyorum... Bazen de gülümseyerek çeşitli açılardan nasıl göründüğüme bakıyorum.

Her şeyi temizleyebilmesini seviyorum... Kirli vücudumuzu, kirli elbiselerimizi, kirli tabaklarımızı ve dahi, kirli düşüncelerimizi... Suyun içindeyken, akan suyun altındayken, suyla uğraşırken aklımdan kötü bir düşünce geçtiğini hatırlamıyorum... Kötü rüyalarımızı bile akan suya anlatmıyor muyuz, alıp götürsün kötülüğü diye? Kahve falından sonra fincanı yıkarken "iyisi bana, kötüsü suya" demiyor muyuz? Bütün "kirli"leri alıp temizliyor su, ama kendinde biriktirmiyor...
İçmesini seviyorum... Çocukken, babaannemin evinde kocaman bir testi, üzerinde kaneviçe bir örtü, onun üzerinde kenarları tırtıklı melamin bir tabak ve en üstte de küçük bir maşrapa vardı. Çok severdim o düzeneği. Herkesin gözünün içine bakardım "su isteseler de getirsem" diye. Su hep serin olurdu onun içinde bir de... Hani biraz ılık, biraz soğuk karıştırırsın da, en lezzetli ısıya ulaşır... Öyle... Onun içindekini karıştırmaya gerek yoktu. Her daim en lezzetli serinlikteydi ve içinden su alması çok zevkliydi...Bizim evdeki, musluklu bidondu. Yazın kötü kokardı su.
Bir de bir 'kabahat' işlerdim çocukken... Su isteyen misafirlere, tam da annemin öğrettiği gibi, bardağın en parlağını seçip, altına şık bir bardak altı koyup, bardağa elimi sürmeden götürürdüm. Ancak mutfaktan getirene kadar, yürürken, illa ki bir-iki yudum içerdim üzerinden. Öylece verirdim misafire... Dayanamıyordum belki o güzel görüntüye... Güzel bardak, serin su. Hiç sektirmeden yaptım bunu. Ne zamana kadar, bilmiyorum. Acaba çakan olmuş mudur bunu? Dudak izim çıkmış mıdır hiç?
Bahçe sulamasını, saksıdaki çiçeklere su vermesini seviyorum. Eski apartmanımızın önünde güzel bir bahçe vardı. Cemal Amca bahçeyi sularken alırdım elinden. Öyle herkese vermezdi hortumu. Öğretmişti bana: Ağaç diplerine bolca, çiçeklere hortumun ucunu iki parmağınla kıstırarak püskürtme usulü, havadan... Bazen o esnada mahallenin çocukları gelir su isterlerdi. O zaman hortumu biraz uzatıp, boşluğa bırakırdım suyu, gelip içerlerdi. Niyeyse önemli hissederdim kendimi.
En çok da, yeni çiçek ektiğim zaman, 'can suyu' vermesini seviyorum. Toprağı iyice bastırıp sağlamlaştırdıktan sonra verirsin o suyu, 'can' alır çiçek. Kutsal bir iş gibi gelir bana bu... Zaten ismi de gayet ağır: CAN suyu...
Suyu seyretmesini seviyorum. Kim sevmez ki? Ama 'gerçek' suları seviyorum, öyle belediye yapımı zevksiz şelaleleri, kuyudan fışkırmış petrol görüntüsü veren fıskiyeli manasız havuzları değil... Denizi, gölü, ırmağı seviyorum.
Birilerinin anısına yaptırılmış çeşmeleri seviyorum... O çeşmelerden su içenlerin, o 'birileri'ne dua ettiklerini umuyorum...
'Gerçek' suların sesini, renklerini seviyorum...
Suyun olduğu yerdeki bereketi seviyorum. Sadece toprağa değil, etrafında yaşayan insana da bereket veriyor su... Sanki daha bir açık ufuklu, daha canlı oluyorlar.
Büyük suların görkemini seviyorum. Hem seviyorum, hem korkuyorum... Aslında korku değil de, "ihtişama saygı" diyelim... Evet, aynen öyle...
Büyük sulardaki, insan eli değ(e)memiş düzeni seviyorum. O doğal hiyerarşiyi, doğal düzeni seviyorum...
"Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz" sözünü seviyorum... Akan her bir su damlası hayatımızdan bir 'an'sa eğer, yaşadığını, o 'an'dan başka tekrarlayamazsın, geri döndüremezsin... Kurgulasan beceremezsin...
Sonuç:
Su gibi ömrümüz olsun.

Cumartesi, Ocak 12, 2008

REDDETTİM

Ağustoooosssss, Eyylüüüüüüüll, Ekiiimmmmm, Kasııııııımmmmmmm, Araaaaaaalıkkkkkk!!! Çoook zaman geçmiş yazmayalı... Hatta Ocak'ı da ağdalayabilirdim sıradan. Neredeyse yarılamışım onu da.
Güzel bir sene geçirdim.
Özetle, en çok, "reddetmeyi" öğrendim.
Mutlu oldum...

Kimsenin hatırı için birşey yapmadım mesela, kendim istemezken... Reddederken yalan da söylemedim. "İstemiyorum" dedim, o kadar. Kimseyi de, hatırım için birşey yapmaya, bir yere gitmeye zorlamadım. O da istemiyor, o kadar...

Facebook davetlerini reddettim, hem de büyük keyifle! Bu işin ne kadar boş ve rayiç sürülerin bir oyalanması olduğunu, reddettiklerimden soranlara keyifle anlattım.

"Cehalet"e kendimi ifade etme çabalarımı reddettim. Reddetmekle kalmayıp, "cehalet"le eğlenmeyi öğrendim... Artık, arkadaşlarımla aramızda konuşup, dedikodu yapıp, ama asla kendimizi hırpalamadan, sinirlenmeden birbirimize anlattığımız günlük eğlencelerimiz oldu onlar... Kendinden onsekiz beden büyük bir makama onsekiz takla atıp oturan "cahil"lerden birinin, kısa sürede bu gerçekle baş edemeyip hasta olacağını öngörüp, gerçekten de üç vakte kadar psikiyatrik destek almaya başlaması ve ülser olması bizi eğlendiriyor mesela... Ne yapalım? İyilik melekleri değiliz ki... Ekti ve biçti...

Yılın son günü, beni arayıp yeni yılımı kutlayan eski kocamı reddettim... Ona, "bensiz ve mutlu yıllar" diledim. Çünkü artık onsuz ve mutlu yıllar beni beklerken, sürekli ayağıma dolanıp kafamı karıştırmasına, dünyanın en bencil insanı olmasına, hala hayatımda var olmak isterken, beni yaralarken, aslında keyifle kendi hayatını yaşamasına tahammül edemedim... Kısaca ...tirip gitmesini rica ettim, eksik olmasın, zannedersem kabul etti!!!

Köpek düşmanlarını reddettim... Hatta reddederken, edepsizleştim! Yaşlı başlı adamlara "Şu yaşına geldin, hala köpek bokuyla mı uğraşıyorsun? Düş yakamdan da git kendine bir meşgale bul! Bale kursuna yazıl, kaneviçe işle, resim filan yap" dedim. Aaaaaaa! Burama (burnuma) kadar geldi artık!!!

Bazı sabit fikirlerimi reddettim, bazıları sabit kalakaldı... Şimdilik, sabit kalanlardan memnunum. Reddettiklerimin yokluğuna alışmam için biraz zamana ihtiyacım var. Kendimi terbiye etme aşamasındayım henüz...

Başka?

Eskiden olduğu gibi,
Suratsız insanları
Adab-ı muaşeret yoksunlarını
Kitap okumayanları
Olanı olmayanla paylaşmayanları
Yiğidin hakkını vermeyenleri
Haketmeden alanları
Duygu vampirlerini
REDDETTİM!!! (çok umrunuzdaysa...)