Salı, Ocak 25, 2011

ŞAKA YAZISI

40 yaşında yüksek lisans!
Aralarında bana "teyze" diyen çıkar mı acaba?
Belki "abla"...
İzin veremem hayır, hayır, buna izin veremem.
Aralarında dedikodu yapacaklar belki.
Ne işi var la bu kocakarının burada?
Ben de cevap veririm:
"Size ne la? Aklımla başım arasındaki mesafe uzundu. Yeni kavuştular birbirlerine.
Hesap mı vereceğiz bu yaştan sonra? Dağılın!
Büyüklerinize saygı gösterin. Çarparım.
Derslerde de öyle her lafa karışmayın.
Büyüklerin sözünü dinleyin. Onlar ne derse doğrudur.
Öyle ders arası çay kahve falan getirin, hürmet edin!
Gerekirse ders notlarınızı paylaşın. Projelerde falan yardımınızı esirgemeyin...
Ben de size yardımcı olurum uslu olursanız.
Yolumun üstündeyse (ama saaaaaadece yolumun üstündeyse) ders çıkışı eve bırakırım mesela...
Yaşlı kemiklerimi yormayın daha fazla! İşten çıktım yorgunum. Daha eve gidip ev hanımlığı olarak yemek, okul çocukluğu olarak ders, iş kadınlığı olarak ütü, oje gibi hazırlıklar yapacağım."

Heyecanlı değilim, hayır.
Ürkmüyorum zibidilerden!
Şaka la, şaka!!! Şaka diye yazdım.
Batırdım.

Cuma, Kasım 19, 2010

şifre manyağı oldum

Aman da aman...
Aylar yıllar oldu yazmayalı, buralara ilişmeyeli... Kullanılmayan bilgileri minik beynim çöpe atmış. (niye "minik" dedim ki bu muhteşem yaratığa?) (niye "muhteşem" dedim ki bu kendi halinde mütevazi organa?) ...... devam edebilirim.
Kullanılmayan bilgi olan o birkaç harflik şifremi unutmuşum işte... Onu gir, buna bak, yedek mail adresi yaz derken başıma ağrılar girdi. Sevmiyorum bu işleri. Bana yapılmışını getirsinler.

Perşembe, Temmuz 17, 2008

KENDİMDEN ŞÜPHELENİYORUM

Boş kaldığımda, mesela işe giderken yolda, televizyona sırf açık olduğu için bakarken koltukta, kafamı çalıştırmaya gerek olmayan işler yaptığımda kütüphaneyi düzeltmek, bıncır cıcık toz almak gibi, kendi kendime çok komik şeyler kurgulayıp kafamdan, kahkahadan geberene kadar gülüyorum içimden...
Böyle böyle yapa yapa, bir neşe bir neşe bende...
İçimi güldürüyorum, içim dışıma çıkıyor.
İyi oluyor.

Ey güzel Allah'ım!!!
Eğlenmek için bile kimseye ihtiyacım kalmadı mı?
Peki bu hayır mıdır, yoksam şer mi?

Pazartesi, Şubat 18, 2008

LEBLEBİ ÇEKİRDEK VİZESİ

2007-2008 Eğitim Yılı
1.VİZE
SORULAR
1-Neden koca bir kase leblebiyi yanında şekerli çayla kıtır çıtır yerken, karışık kuruyemiş çanağında bademlerin, fıstıkların ardında leblebiler hep arta kalıp sürünür?

2-Dallas'daki Bobby, abisi JR'ın tüm pisliklerine rağmen pür-i pak kalmayı başarırken, ne yapıp kirli işlere bulaşmıştı da "Amanın, ben de çamura bulaştım!" demişti?

3-Çayyolu Belediye Başkanlığı'na aday olmam, yakın çevremde manidar ve yandan çarklı gülümsemelere neden olur mu?

4-Güzel kurabiyeler yapmak, hamurla eğlenmek, onlara şekil verirken mutluluktan uçmak, seramik yapmaya yetenekli olduğumun bir göstergesi olabilir mi? Değilse, bu sonuca ulaşmam kendimle ilgili pek hoşnut olmayacağım başka bir özelliğin göstergesi midir?

5-Tıp, ampirik bir bilim dalı mıdır? Evet ise, 'tıp'tan faydalananlara ne denir?

6-Kan tahlili yaptırmam için akın akın büyüyen aile-arkadaş baskısına karşı, yukarıdaki sorunun cevabı kullanılabilir mi?

7-Sinop'a bütün karşı koyuşlara rağmen nükleer santral yapılması durumunda yine de büyüyünce orada yaşamak konusunda verdiğim kararı gözden geçirmem gerekir mi?

8-Türkiye'deki bütün tarih ve doğa harikalarının nükleer santral, baraj, sondaj yapmak suretiyle içine edilmeye çalışılması, "güzel kız, ama talihsiz" gibi bir benzetmeyle örtüşebilir mi?

9-"Aptallık" konusunda, "Karşındakinin zekasını hesaba katmayan" tanımlamasının üzerine daha iyisi bulundu mu?

10-Bir ağır ceza hakimi ayan beyan, memleketimin bir bölümündeki insanların hepsinin, hilafsız hepsinin berbat olduğunu söylerse, kendisinin meslek ahlakından şüphe edilip aynı zamanda kafatası avcılığıyla suçlanabilir mi? Bu suçlama için bana "karşı dava" açar mı?

11-Ayşe, günde 6-8 saat arası uyuyamazsa, ertesi gün kendini iyi hissetmiyor. Şu an saat 22.50. Ayşe'nin yarın saat 05.50'de kendini iyi hissederek kalkabilmesi için, en geç kaçta yatması gerekir?

Salı, Ocak 22, 2008

"SU"DAN ŞEYLER

SUyu seviyorum.
Yüzüme çarpmasını seviyorum sabahları... Obsesif olduğum için, 8 kere sağ tarafa, 8 kere sol tarafa, 3 ortaya, 3 gıdıya... Sonra aynaya bakıp, aşağı sarkmış kaşlarımı düzeltip, kendime öpücük atıyorum... Bazen de gülümseyerek çeşitli açılardan nasıl göründüğüme bakıyorum.

Her şeyi temizleyebilmesini seviyorum... Kirli vücudumuzu, kirli elbiselerimizi, kirli tabaklarımızı ve dahi, kirli düşüncelerimizi... Suyun içindeyken, akan suyun altındayken, suyla uğraşırken aklımdan kötü bir düşünce geçtiğini hatırlamıyorum... Kötü rüyalarımızı bile akan suya anlatmıyor muyuz, alıp götürsün kötülüğü diye? Kahve falından sonra fincanı yıkarken "iyisi bana, kötüsü suya" demiyor muyuz? Bütün "kirli"leri alıp temizliyor su, ama kendinde biriktirmiyor...
İçmesini seviyorum... Çocukken, babaannemin evinde kocaman bir testi, üzerinde kaneviçe bir örtü, onun üzerinde kenarları tırtıklı melamin bir tabak ve en üstte de küçük bir maşrapa vardı. Çok severdim o düzeneği. Herkesin gözünün içine bakardım "su isteseler de getirsem" diye. Su hep serin olurdu onun içinde bir de... Hani biraz ılık, biraz soğuk karıştırırsın da, en lezzetli ısıya ulaşır... Öyle... Onun içindekini karıştırmaya gerek yoktu. Her daim en lezzetli serinlikteydi ve içinden su alması çok zevkliydi...Bizim evdeki, musluklu bidondu. Yazın kötü kokardı su.
Bir de bir 'kabahat' işlerdim çocukken... Su isteyen misafirlere, tam da annemin öğrettiği gibi, bardağın en parlağını seçip, altına şık bir bardak altı koyup, bardağa elimi sürmeden götürürdüm. Ancak mutfaktan getirene kadar, yürürken, illa ki bir-iki yudum içerdim üzerinden. Öylece verirdim misafire... Dayanamıyordum belki o güzel görüntüye... Güzel bardak, serin su. Hiç sektirmeden yaptım bunu. Ne zamana kadar, bilmiyorum. Acaba çakan olmuş mudur bunu? Dudak izim çıkmış mıdır hiç?
Bahçe sulamasını, saksıdaki çiçeklere su vermesini seviyorum. Eski apartmanımızın önünde güzel bir bahçe vardı. Cemal Amca bahçeyi sularken alırdım elinden. Öyle herkese vermezdi hortumu. Öğretmişti bana: Ağaç diplerine bolca, çiçeklere hortumun ucunu iki parmağınla kıstırarak püskürtme usulü, havadan... Bazen o esnada mahallenin çocukları gelir su isterlerdi. O zaman hortumu biraz uzatıp, boşluğa bırakırdım suyu, gelip içerlerdi. Niyeyse önemli hissederdim kendimi.
En çok da, yeni çiçek ektiğim zaman, 'can suyu' vermesini seviyorum. Toprağı iyice bastırıp sağlamlaştırdıktan sonra verirsin o suyu, 'can' alır çiçek. Kutsal bir iş gibi gelir bana bu... Zaten ismi de gayet ağır: CAN suyu...
Suyu seyretmesini seviyorum. Kim sevmez ki? Ama 'gerçek' suları seviyorum, öyle belediye yapımı zevksiz şelaleleri, kuyudan fışkırmış petrol görüntüsü veren fıskiyeli manasız havuzları değil... Denizi, gölü, ırmağı seviyorum.
Birilerinin anısına yaptırılmış çeşmeleri seviyorum... O çeşmelerden su içenlerin, o 'birileri'ne dua ettiklerini umuyorum...
'Gerçek' suların sesini, renklerini seviyorum...
Suyun olduğu yerdeki bereketi seviyorum. Sadece toprağa değil, etrafında yaşayan insana da bereket veriyor su... Sanki daha bir açık ufuklu, daha canlı oluyorlar.
Büyük suların görkemini seviyorum. Hem seviyorum, hem korkuyorum... Aslında korku değil de, "ihtişama saygı" diyelim... Evet, aynen öyle...
Büyük sulardaki, insan eli değ(e)memiş düzeni seviyorum. O doğal hiyerarşiyi, doğal düzeni seviyorum...
"Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz" sözünü seviyorum... Akan her bir su damlası hayatımızdan bir 'an'sa eğer, yaşadığını, o 'an'dan başka tekrarlayamazsın, geri döndüremezsin... Kurgulasan beceremezsin...
Sonuç:
Su gibi ömrümüz olsun.

Cumartesi, Ocak 12, 2008

REDDETTİM

Ağustoooosssss, Eyylüüüüüüüll, Ekiiimmmmm, Kasııııııımmmmmmm, Araaaaaaalıkkkkkk!!! Çoook zaman geçmiş yazmayalı... Hatta Ocak'ı da ağdalayabilirdim sıradan. Neredeyse yarılamışım onu da.
Güzel bir sene geçirdim.
Özetle, en çok, "reddetmeyi" öğrendim.
Mutlu oldum...

Kimsenin hatırı için birşey yapmadım mesela, kendim istemezken... Reddederken yalan da söylemedim. "İstemiyorum" dedim, o kadar. Kimseyi de, hatırım için birşey yapmaya, bir yere gitmeye zorlamadım. O da istemiyor, o kadar...

Facebook davetlerini reddettim, hem de büyük keyifle! Bu işin ne kadar boş ve rayiç sürülerin bir oyalanması olduğunu, reddettiklerimden soranlara keyifle anlattım.

"Cehalet"e kendimi ifade etme çabalarımı reddettim. Reddetmekle kalmayıp, "cehalet"le eğlenmeyi öğrendim... Artık, arkadaşlarımla aramızda konuşup, dedikodu yapıp, ama asla kendimizi hırpalamadan, sinirlenmeden birbirimize anlattığımız günlük eğlencelerimiz oldu onlar... Kendinden onsekiz beden büyük bir makama onsekiz takla atıp oturan "cahil"lerden birinin, kısa sürede bu gerçekle baş edemeyip hasta olacağını öngörüp, gerçekten de üç vakte kadar psikiyatrik destek almaya başlaması ve ülser olması bizi eğlendiriyor mesela... Ne yapalım? İyilik melekleri değiliz ki... Ekti ve biçti...

Yılın son günü, beni arayıp yeni yılımı kutlayan eski kocamı reddettim... Ona, "bensiz ve mutlu yıllar" diledim. Çünkü artık onsuz ve mutlu yıllar beni beklerken, sürekli ayağıma dolanıp kafamı karıştırmasına, dünyanın en bencil insanı olmasına, hala hayatımda var olmak isterken, beni yaralarken, aslında keyifle kendi hayatını yaşamasına tahammül edemedim... Kısaca ...tirip gitmesini rica ettim, eksik olmasın, zannedersem kabul etti!!!

Köpek düşmanlarını reddettim... Hatta reddederken, edepsizleştim! Yaşlı başlı adamlara "Şu yaşına geldin, hala köpek bokuyla mı uğraşıyorsun? Düş yakamdan da git kendine bir meşgale bul! Bale kursuna yazıl, kaneviçe işle, resim filan yap" dedim. Aaaaaaa! Burama (burnuma) kadar geldi artık!!!

Bazı sabit fikirlerimi reddettim, bazıları sabit kalakaldı... Şimdilik, sabit kalanlardan memnunum. Reddettiklerimin yokluğuna alışmam için biraz zamana ihtiyacım var. Kendimi terbiye etme aşamasındayım henüz...

Başka?

Eskiden olduğu gibi,
Suratsız insanları
Adab-ı muaşeret yoksunlarını
Kitap okumayanları
Olanı olmayanla paylaşmayanları
Yiğidin hakkını vermeyenleri
Haketmeden alanları
Duygu vampirlerini
REDDETTİM!!! (çok umrunuzdaysa...)

Salı, Ağustos 14, 2007

SIYIRTTIM

içinden geleni söyleeeeeee
kalırsa yazık oluuuuuuuuur
hayata küsüverirsiiiiiiin, hüzünler seni buluuuuuuuur
bişeyler yapabilirseeem güzel gözlerin içiiiiiiiiiiiiin
başından geçeni anlaaat , masaldır benim içiiiiiiiiiin

hele bi geeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeel , uzaklar sana gelir
sen hele bi geeeeeeeeeeeeeeeeeeeel , bütün dertler bitiverir
hep seni buluuuuuuur , uzun zor sıkıcı günleeeer
yazık oluuuuuuuur , hadi gel kurtar biziiiiiiiiiiiiiiii

dırı dırı dırınım, dırı dırı dırınım
dırı dırı dırınım, dırı dırı dırınım
dıt dıt dım

hele bi geeeeeeeeeel
lay lay lay la lom!

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

DEFOL

Amaaaaaan!
Gönlüm geçti.
Bu, herhalde benim, "zannettiğimle gerçek arasındaki farkı anlama" dönemim...
Kendimi kandırarak tasarladığım portrenin aslında hiç de öyle olmadığını anlıyorum sanki.
Eğitici-öğretici bir dönem yani... Verimli bir yaz okulu...
Örtmenin neler öğretti sana kızım?

Arzedeyim efendim:
Biiiiir: Kendin gibi bilme kimseyiiiii!
İkiiiii: Kişi, kendinden bilir işiiiiiiii!
Üüüüç: Taş olsam çatlardııııım!
Dööööört: Çatladııııııım!
Beeeeeeeş: Ama mutluyuuuum!
Altııııııııııı: Bu örtmenden sıkıldıııııım!
Yediiiiiiii: Defol!

Cuma, Temmuz 13, 2007

YAYLAYA GİDİYOM GİTMEK İSTİYOM

Of aman, sıkıldım..
Yayla arıyorum. Tatil yapmak için.
Denizden sıkıldım, sanki her sabah kahvaltımı denize nazır bahçemde yapıyormuşum gibi... Deli miyim, neyim?
Çocukken tatile gittiğimizde, arabamız yollarda ilerleyip de yol iyice azaldığında, ablamla daha önce konuşulmamış, karar verilmemiş bir yarışa başlardık: Denizi ilk kim görecek? Genellikle araba bir dönemeci geçtiğinde deniz çıkardı ortaya, muhtemelen ikimiz de aynı anda görüp, aynı anda bağırırdık avaz avaz: Ben gördüm!
Sonra da, kavga edecek yeni bir sebebimiz olurdu, ablam saate bakarak 15 dakika küs kalacağını söyler, cidden de 15 dakika boyunca hiç konuşmaz, arkada mütemadiyen tepinen, sırası önceden belirlenmiş çeşit çeşit el şaplatmacalı şarkılı oyunları bağıra bağıra oynayan, ve hatta yumruklaşarak kavga eden, ayaklarını camdan sarkıtan arka koltuktaki iki deliden illallah demiş zavallı babam, nihayet yolun kalanını sessiz sakin araba kullanarak geçirebilirdi...

Neydi, deniz...
Denizden sıkıldım.

Yayla.
Ayder bozulmuş mudur?
Çok mu ayakaltı olmuştur?
Onun da boku çıkarılmış mıdır?
Pansiyonların saf sahipleri, ellerini ovuşturan turizm işletmecileri olmuşlar mıdır?

Şu an çok yarım yamalak hatırladığım bir yazı okumuştum.
Vakt-i zamanında, bilmem ne dağının eteklerinde, parayı hiç bilmeyen bir köye, dağcılar musallat olmuş...
Çıkış ve inişlerde köyde kamp kurmaya başlamışlar.
Köylüler onlara misafirperverlikle izzet ikramda bulundukça, onlar karşılığında para vermeye başlamışlar...
Parayla ne yapacaklarını anlamamışlar önce...
Sonra, öğrenmişler işi: Gelen giden dağcıların berelerini, ayakkabılarını satın almaya başlamışlar...
Kamptakilere çorbayı, suyu parayla vermeye başlamışlar.
Birbirlerine parayla birşeyler alıp verir olmuşlar.
Bozulmuşlar.
Çok bozulmuşlar.

Bu eğitici ve öğretici hikayeyle (aslında gerçek ama, böyle masal dede gibi anlatınca hikaye gibi oldu) durumu bağlamak da nereden çıktı anlamadım...

Denizden sıkıldım.
Yayla.
Hatta dereli yayla.
Ölmeden görmek lazım.
Emekli olunca yaşanabilecek yerler listesine yeni seçenekler eklemek lazım.

Bir de şu sinir e-mail'ler var ya, power point'le iyi yapanı da yapmayanı da edebiyat parçalayıp, iki manzara, üç kalp resmi, can alıcı bir müzik koyup birşeyler yazıyorlar... Bana gönderilen son sekizyüzelliüçünü okumadan sildiğim hani... Başlarda okuyup, sinir olup siliyordum.
Birinde diyordu ki; "ne bekliyorsun, istediğin hayatı yaşamak için ulan, neden herşeyi emekli olunca yapmak gerekiyor? Durma şşşşşşakkk (efekt) harekete geç!!!"

Nereye harekete geçiyorsun bilirkişi?
Sen mi doyuracaksın karnımı?
Vaktiyle birileri, tıpkı şu saf köylülere yapılan gibi sokmuş hayatımıza parayı...
Ha, istediğin hayat kelebek adasında maymunların arasında yaşamaksa, bilemem...
Ben bahçesi çoooook büyük, kendisi çooook küçük bir evde yaşayacağım. Böyle biline... Ona göre ayarlıyoruz herşeyi.

Bak, bir de mail'lerden daha beteri, kitaplar var...
Kim mutlu olmanın yolunu kitaplardan öğrenmiş?
Kim özgüvenini kitaptaki yolları izleyerek kazanmış?
Kim sevdiği adamı kitaplardaki taktiklerle ele geçirmiş?

Sarıkız çok güzel demişti: "Ferrarisini Satan Bilge'nin yazarı, sayemizde elli Ferrari alacak duruma geldi..."
Haydin, el ele verelim.
Secret'ın yazarı uçağının modelini değiştirecekmiş...

Denizden sıkıldım.
Yayla
Hatta dereli yayla...

Salı, Haziran 26, 2007

DEDİM NİHAYET

Acınası bir durumdayım...

Klişeler boşuna oluşmuyor.
Adam hissetmiş, öyle demiş... Sonra diğeri, diğeri...
Hepsinin de hissettiği aynı. Darbe aynı yerde.

Boğazım düğüm düğüm,
mideme taş oturdu,
içim yanıyor
kalbim ağrıyor.

Bu durumu, bunlardan daha iyi ifade edebilecek kelimeler yok.
Hiç uğraşmasın öyle, o bilirkişiler "imgelemdeki devinimsel arayışım sona erdi, varoluşumun sorgusal düzlemindeyim" gibi alengirli abidik gubidik ifadelerle klişeleri bozmaya... Bozulmaz onlar.
Çünkü gerçek, budur.
Ben, bu durumdayım.
ve hatta tam anlamıyla ...öt oldum.

Gidiyor...
Artık aynı şehirde, aynı mahallede yaşamayacağız.
Öyle bir heyecanla haber verdi ki bana.
Bir klişe daha: Onunla mutlu oldum, çünkü o çok mutluydu.
Terfi haberini alır almaz hemen de aramış beni...
Hemen beni aramış: Züğürt tesellisi...
Gidiyor...
Ötesi var mı?

Ve son bomba: Kelimeler kifayetsiz kalıyor.
Vallahi öyle.
Yazamıyorum işte...
Ne demeliyim ki?
"Ben onsuz ne yaparım?" mı?

Dedim bile...

Cumartesi, Mayıs 12, 2007

SEZEN-FERHAT-GİDEMEM-YALAKASIYIM

Yahu,
Bir şarkı bu kadar mı her kelimesinde "evet, evet" dedirtir?
En keyifli zamanımda bile dinlediğimde gözlerim doluyor.
Öyle melankoli bir kadın da değilim, şarkı dinleyerek gözlerinden yaş boşalan...

Ama bu şarkı var ya bu şarkı, "nasıl bu kadar güçlü oluyorsun" diyenlere cevabımdır.
Diyor ki şarkı, hayatta yaşadığın her acı, sana değer katar. Seni yıkmaz. Büyürsün. Olgunlaşma fırsatıdır.
Acıyı fırsata çevirmeyi bilene.
Sana acı yaşatana küsemezsin.
Bu fırsatı vermiştir sana.
"Unutamam acı tatlı, ne varsa hazinemdir."
Ben de hep öyle diyordum, diyorum, diyeceğim...

Ferhat Göçer, Yolun Açık olsun, 11 : Gidemem
Sezen Abla yapmış yapacağını.
Bu nasıl bir yürek, nasıl bir zekadır öyle?
Yine Sezen yalakası oldum.
O yapsın, Ferhat söylesin.
İyidir...

Pazartesi, Nisan 09, 2007

DELİ MIKNATISIYIM

Bugün işyerinde, kerli ferli, yaşını başını almış bir amcanın, kendisiyle aynı durumda olan başka bir amcaya arkadan sinsice yaklaşarak ve de gözlerini elleriyle örterek "bil bakalım ben kimiiiimmm?" hareketine tanık olduk Sarıkız arkadaşımla...
Daha bunun kahkahalarını içimde söndürememişken, hala aklıma geldiğinde gevrek gevrek gülerken, kazık kadar başka bir amcanın sırtında fosforlu bir post-it gördüm. Öylece geziyordu bihaber... Arkasındaki diğer koca kazıklar da kıs kıs gülüyordu...
Pek bir neşelendim...
Hemen ardısıra, iş için yardım ettiğim bir adam (raporlu deli) , gerekli yerlere gidip işlerini hallettikten sonra yanıma teşekkür etmeye geldi... Yaptığı işlemlerden biriyle ilgili, çok komik olmayan, ama o söylediği için komik hale gelen birşey söyledi. Zaten sabahtan beri zevkten gevşekleştiğim için bana bir gülme geldi ki, sorma gitsin... Ben güldüm, o güldü.... Ben kahkaha attım, o attı... Kendimi tutamadım, koltuğa oturdum, o da karşıma oturdu... Gözlerimden yaş geldi, o kalkıp bana "Allah seni n'etmesin" dedi... Daha da güldüm, mahvoldum. Birbirimize baktıkça gülme geldi, bitmedi...
Deli ve ben çok eğlendik...
Ama herşey durulunca, onu odadan göndermek kolay olmadı.
"Gene gelirim, güleriz" dedi...

Gelsin, bir sakıncası yok.
Ama anlamadım.
O mu beni eğlendirdi, ben mi onu?

Cuma, Mart 30, 2007

ERKEKSEN SÖYLE!

Ben şaşkınım.
Ben hala kendime gelemedim.
Ben onu bitirmiştim.
O da beni bitirmişti.
Benim ona "gel, mavi gözlü bir çocuk yapalım" dememe ramak kalmışken, o bana "artık bir araya gelmemizin hata olduğunu düşünüyorum" demişti.
Üzülmemiştim.
Mutlu olmuştum.
Rahatlamıştım.
Bunu söyleyebilmenin özgüveni çok keyif vermişti.
Hatta demiştim ki kendime, "amma yürekli karıymışsın be!"
Bilmek, şüpheyle beklemekten iyidir çünkü.
Kapıyı bir kapatmıştım ki bunu duyduğum geceden sonra, ancak kapattıran açabilirdi kilidi. Anahtarı içeride unutup, dönmemek üzere komşuya gittim.
Nasılsa başka bir evsahibi gelip beni alacaktı. Canım ister giderim, istemez gitmezdim. Zaten yolumu çizmiştim.(çizdim) Mutluydum.(mutluyum)
O kadar da emindim (eminim) kendimden.

Dün geceden beri şaşkınım.
Duyduklarımı yazmalı ve unutmamalıyım.
Belki onun ağzından duymam bir daha.
(Hatırlama sırasına göre)


Neee?
Bir sürü sevgilim oldu ama hiçbiri yerini dolduramadı.
Senin yerin hayatım boyunca hep çok özel ve farklı olacak.
Seni çok üzdüm.
Bana kızgın mısın?
Beni özlüyor musun?
Seni aldattım ama ondan hariç çok da kötü davrandığım zamanlar oldu.
Nasıl bu kadar güçlü olabiliyorsun?
Keşke çocuğumuz olsaydı.
Sana çok büyük haksızlık ettim.
Ben çocuk istiyorum.
Sen çok iyi bir anne olurdun. Hatta o kadar iyi olurdun ki, benim tüm hatalarıma rağmen, kızgınlığını ona yansıtmazdın. Hep saygı duyardı bana. Bilmezdi yaptıklarımı.
Bana o güzel şeyleri söylediğin gece kendimle mücadele ettim. Hiç hissetmediğim şeyleri söyledim. Ne kadar salaktım değil mi?
Seni çok özledim.
Çok çekicisin.
Bunları başkalarına da söylüyorum. Onlardan duymadan benden duy.
Amacım kafanı karıştırmak değil.
Bana sarılsana.
Let's make love....
Neden olmaz ki? Yabancı mıyız?



Bilmem?
Yabancı mıyız?
Değiliz tabi ama, o kadar da değil.

E, n'oldu şimdi?
Kendimi zafer kazanmış gibi hissetmiyorum.
Gururum dehşetle okşandı, ayrı.
Sadece, bunları yazarken bile sürekli gözlerim doluyor. (Aslında buna "ağlamak" deniyor)
Yanındayken hiç açık vermedim ama, hatta bir ara ağlayacak gibi olduğunda görmemezlikten gelmeme rağmen, eve dönene kadar ağladım yolda. Araba-ev arası tuttum kendimi, yatakta yine ağladım sabaha kadar.
Nasıl bu kadar güçlü olabildiğimi sormuştu bana.
Demiştim ki, "bu yaşadıklarımı fırsata çevirmeyi tercih ediyorum, hayatta her şeye hazırlıklı olabilmek için."
Doğru tabi. Sonuna kadar fırsata çevirdim herşeyi.
Ama hala, benim ne kadar acı çektiğimin farkında değil o zamanlarda.
Bu acılar fırsata çevrilirken ödediğim bedellerin farkında değil.
O kadar büyük bir acıydı ki bu, ömrü hayatımda, bunun büyüklüğünü itiraf edebildiğim tek bir insan yok.
Aldatılmak mı acıttı canımı?
Hayır.
Sadece "aldatılmak", biraz üzerdi beni. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil ki...
Başkasını sevdin, git işte. Tutan mı var?

Bu acı o kadar karışık ki...
Çocukluğun, gençliğin, hayatının yarısı sana kalleşlik etti, kocan değil o... "Koca" dediğin nedir ki bunun yanında?
Ben kapıyı kapattım ona ama, bu kadar derin bir sevgiyi, sahibinden başka kim tutabilir ki?
Çok seviyorum onu.
Bilmiyor ki...
"Kuyruğu dik tutma" sanatı, budur...

Eeeeee?
Şimdi yine acı çekiyorum.
Ne kadar acı çektiğimin farkında değilse, beni yeniden yaralarsa, bana neler olabileceğinin de hiç farkında değil demektir.
O zaman "nasıl bu kadar güçlü olabiliyorsun?" diye bir soru da soramaz ki...
Kalmaz bende güç müç.
Hak getire...

Belki de yanlış anladım.
Belki de bu aralar özlemi kabardı, öyle bir dönem geçiriyor.
Geçecek belki.
Söylemedi ki adam gibi, "benim durumum budur, istediğim de budur" diye...
Şöyle bir yumruk çaksaydı masaya...
"Benim durumum seni özlemek, istediğim de sevişmek sadece" deseydi, ona da razıydım.
Sevişmeye değil...
Bunu bilmeye...

Eski kocam, daim aşkım!
Söylesene benden ne istediğini...

Cumartesi, Mart 17, 2007

RTT

Red Kit'in bir köpeği vardı hani...
Rin Tin Tin.
O kadar saftini bir köpekti ki, herkesin çok iyi kalpli olduğunu, kendisini çok sevdiğini zannederdi. Biri ona gülümseyerek baksa, hemen arkasından giderdi ve "Aaa ne iyi biri... Bana gülümsedi. Dur şunun peşinden gideyim de, bana bu kadar iyi davrandığı için teşekkür edeyim..."derdi.

Neden yazdım ki bunu?
Konunun benimle ne ilgisi var?
Varsa da, kalmadı artık...
Rin Tin Tin, artık, Rin Tin Tin olarak kalmayı ama Rin Tin Tin gibi görünmemeyi, Rin Tin Tin olmayanların savaş silahlarını bilmeyi ama kullanmamayı, kısaca "itlik" bilip, "itlik" yapmamayı öğrendi.

Cuma, Mart 09, 2007

BİR GÜL REÇELİ OLAMADIM

Bir aydan fazla olmuş, birşeyler yazmamışım, ve hatta e-maillere bile bakmamışım, ve hatta sevdiğim sayfalara dalmamışım, ve hatta hayat fantazilerini blog sayfalarında anlatan tanıdıkları merak edip "ay ay dur, seninki yine ne fantaziler yaratmış da bizi kandırmaya çalışıyor" diye turlamamışım, ve hatta ki hatta, 23 Nisan tatilini değerlendirme çalışmalarına web üzerinden hayaller kurup, "şuraya mı gitsem, buraya mı" diyerek yörelerimiz türkülerimiz ile Türkiye'min, kıta kıta dünyanın ne kadar büyük olduğunu düşünüp afallamamışım... Her yere canları isteyince gidebilenleri kıskanmamışım...
Aklıma ilkokuldayken, espri makinemiz Erkan'ın sorduğu bir soru geldi:
-Neden bütün kıtaların adı a ile başlar ve biter? hehü hü???
-Neden (salak Erkan) ?
-Sadece tesadüf, ehü hü he hühü....
-(Salak kızlar korosu) Ay ne etkileyici çocukkkk!

Eğirdir iyidir...
Az önce karar verdim.
Göl, Davraz, Kovada... Yeterli, makul, değişik... Köy de var, kasaba da... Göl de var, kar da... Bir de gül fabrikaları.
Geçen sene zeytinle bozmuştum... Bu sene açılış gülden olacak. Gül sabunu, gül suyu, gül kremi... Gül reçelini herkes sevmez, sevenler tutkuyla sever. (Keşkem benim için de böyle düşünülseydi...)
Gül nasıl asil bir çiçektir öyle. Vermesini bilene, almasını da bilene. (Keşkem bana da, vermesini bilen biri gül verseydi. Pek güzelce alırdım...)

Aslında ben bugün biraz huysuzum.
Ben niye gül reçeli değilim?

Cuma, Şubat 02, 2007

ŞÜKÜR

Aman o ne iki haftaydı öyle!

Gerçek, gerçek... Hepsi gerçek.
O Türk filmi usulü "kötü kadın iş çevirmeceleri" mi dersin...
"Yalan Ağacı (Yalan Rüzgarı ve Hayat Ağacı'nın aynı dönemde yayınlanmasından kaynaklanan kavram karmaşasıdır, bir tanıdığımın annesinin beyanıdır) entrikaları" mı dersin...
İşyerinin tüyü yeni bitmiş saf güvenlikçilerini ayartıp, hani şu karşısında türkü söylediğim kameralardan beni takip ettirmeceler mi dersin...
Çaycıyı bardağımı yıkamasın diye köşeye kıstırmacalar mı...
Ben orada çalışmaya başladığımda kimse bana yardım etmesin, kimse birşey öğretmesin diye özel toplantılar düzenlemeceler mi...
Hüüüüüüü, hü!!!
Hangi birini anlatsam...

Sonra gel de, insan ayrımı yapma.
Hiçkimse kusura bakmasın, şehirde yetişmiş züppelerle (kendim dahil), köyde yetişip bozulmamış saf insanım arasında bir yerlerde tutunmaya çalışan, cehaletle züppeliği bir arada yaşayan, şehirde büyümediği için şehirli gibi davranamayan, köyde büyümediği için onlar kadar katıksız olamayan bir varoş camiası var... Hani telefonda konuşurken aşırı kibar, "evet" yerine "iveeeet" diyen, "tamam" yerine "tımaaaam" diyen ama, telefonu kapatır kapatmaz arkadaşına "gız Allah canını neetmesin, o ne yırtmaç öyle, neredeyse şeyin görükecek. Kaça aldın kıııı?" diye bir çıkışta bulunan...
Hepsi değil. Hepsi olsa, "varoş" der geçerdim.
Bunlar, bir varoşun 'bir kısmı'.
Cahil kısmı.
El belde gezen kısmı.
Şuursuz kısmı.
Aptal kısmı.


Cahil+aptal= En tehlikeli düşman.
Evet, böyle bir yazı okumuştum.
En tehlikeli düşman, cahil ve aptal olanmış. Her kim tespit ettiyse bunu, çağırın, kendisini çalışmalarından dolayı tebrik edeceğim. Çekinmesin, arasın beni. Ödül de var...

Bu "en tehlikeli düşman"a karşı ben ne yaptım?
Önce kendisini, cümlenin ögeleri misali ayırdım.
Özne: Düşman
Tümleç: Cahil ve aptal
Yüklem: Sallama.

Sallamadım.
Hiiiiiç sallamadım.
Bardağımı kendim yıkadım. İncilerim dökülmedi.
Güvenlikçi salağa "hakkında görevini kötüye kullanmaktan şikayet var" diye espri yaptım. Ben gülümserken onun mor halkalarını seyrettim. Çok eğlendim bu renk şölenini seyrederken... Bir daha yanıma uğramadı...
Çalan telefonlara saldırıp işimi yapmaya çalıştılar, bir süre sonra vazgeçtiler. Çünkü onlara sekreter muamelesi yaptım elimde olmadan. Ne yapabilirim beni arıyorlarsa??? "Bağla kızım" dedim, bağladılar!
Hep gülümsedim.
Dudaklarımı içimden içimden yemedim.
Tırnaklarımı ağzıma götürmedim hiç.
Beni asla tasalanmış görmediler.
Kahkahalarım sinirlerini bozdu.
Beni görmeye gelen "müşteri"lerin baklavalarını su böreklerini çikolatalarını yediler.
Yerken, çizgi filmlerdeki hani şu zorla dinamit yutturulan tavşan gibi, yutkunduklarında boğazlarından"gürp, gürp" sesi çıktı. (1.gürp: hasssss 2.gürp: tiiiiiiir.)
Bana yaptığı resmi, yazdığı şiir kitabını hediye edenler oldu. (en az üç "gürp" eder.)
Delirdiler.
Çıldırdılar.
Çetebaşı on gün rapor aldı. (Yeminle)
Çetebaşının yalakasını, boşanacağı kocası kaçırdı, işe gelemedi bugün. Haftaya Allah kerim!

Alma mazlumun ahınıııııı,
Çıkar aheste aheste.

Ama ben beddua etmedim ki!
Havale ettim O'na.
Dedim ki, "Onlara akıl fikir ver"
O kadar...
Ben birşey yapmadım.
O yaptı.

Dua edin.
Herkes dua etsin.

Önceki Pazartesi, ağlarsam nereye kaçarım planları yaparken, şimdi beni ağlatmak isteyenler kaçacak delik arıyor...
Haince zevk alıyorum bundan.
Ama gerçekten böyle olsun istemedim.
Sadece dua ettim. "bed"ine kıyısından bile dokunmadan...

Teşekkürler Allah'ım.
Beni şımarttın.

Perşembe, Ocak 18, 2007

KAFAM KARIŞTI

Dedi ki "biri" bana,
Yörüngene giren insanlara çok büyük katkıların oluyor.
Ama onların sana katkısı hiç yok...

İltifat mı, hakaret mi?
Anlayamadım.
Düşünmem lazım...

Şimdi, "yörünge"me (??) aldığım insanlar var.
Düzeltelim, ilişki kurduklarım...

Onlara büyük katkılarım var...
Kötü niyetli düşünelim:
Soru: Terbiyeyi kimden öğrendin?
Cevap: Terbiyesizden. (1921, anneanne söylemi)
İyi niyetli düşünelim:
Onların iyi şeyler yapmasını sağlıyorum.
ya da iyi hissetmelerini...

Ama onların bana katkısı hiç yok...
Kötü niyet:
Etrafımdakilerden hiçbirşey öğrenemedim.
İyi niyet:
Etrafımdakilere iyi şeyler verdim, karşılığını göremedim.

Sonuç:
Yine anlayamadım.
Bir ara düşünürüm.
Çok da önemli değil.
Belki önemli de, söyleyen çok önemli değil.
İyi tanımıyorum kendisini.

Boşver, düşünmeye gerek yok.
Vakit yok.
Ama kafama takılırsa gece filan, düşünebilirim elimde olmadan... (kafiye yaptım, farkında olmadan!)
Söz vermeyim.

Pazartesi, Ocak 15, 2007

EYLEMLERİM DEVAM EDECEK

Eylem planı-1:
Bir miktar köpek kakası alınır. (Elle değil, poşetle!)
Bu malzeme özenle ince ve içini göstermeyen bir kağıda sarılır, kağıdın malzemeyi sıkıca sarması sağlanır. Bu oluşuma kısaca "hediye paketi" diyeceğiz.
Hediye paketi, malum kişilerin evinin önüne gizlice konur.
Hediye paketinin ucu, aynı gizlilikle ve bir çakmak marifetiyle hızla tutuşturularak, daha da hızlı bir şekilde malum kişilerin kapıları çalınır, en hızlı şekilde oradan uzaklaşılır.
Malum kişiler, kapılarının önündeki küçük yangını söndürmek maksadı ile, ilk akla gelen hareketi yapar, ayaklarıyla paketi ezerek söndürmeye çalışır.
Bu ezme hareketi sonucu, ayaklarına köpek kakası bulaşır.
Kaçan kişiler bunu bilerek eğlenir, intikam sevinci yaşar.

Eylem planı-2:
Mutsuz ev kadınlarının pencere önlerinden ilişiklerini kesmek maksadı ile mahalle kumpanyaları düzenlenir. Bu kumpanyalara, onlara ne kadar güzel olduklarını söyleyip, romantik danslar edecek yakışıklı kişiler çağırılır.
Bu şekilde, mutsuz ev kadınları mutlu edilir. Böylece, yakışıklı kişileri düşünmekten ve mutluluktan, pencereden sarkıp, onun bunun köpeğine kafayı takmaları önlenir.

Eylem planı-3:
Emekli olmuş, sürekli ev işlerine karışıp karılarını deli ettikleri için, günlerini kendi benzerleri diğer arkadaşlarıyla geçiren ve boşluktan çareyi site yöneticisi olmakta bulmuş prostat mevsimi gelmiş amcalara yalancıktan iş kurulur.
Bu işyerlerinde, kendilerine kalantor masalar, deri koltuklar ve her söylemlerini emir adleden odacılar tahsis edilir.
Yine yalancıktan, bu işyerinde çok önemli projeler gerçekleştiriliyor havası yaratılır.
Maalesef gerçekcikten, akşam evlerine dönerken ceplerine az biraz para konur.
Bu şekilde, kendilerine meşgale bulmuş, hala sözleri dinlenen ve para kazanan mutsuz amcalar mutlu edilir.
Böylece, işyerlerindeki çok önemli projeleri düşünmekten ve mutluluktan, sabah akşam site içi denetimlere çıkıp, onun bunun köpeğine kafayı takmaları engellenmiş olur.

Eylem planı-4:
Sitedeki tüm posta kutularına spor salonlarının, el sanatı kurslarının, çöpçatan kuruluşların vesair, broşürleri atılır.
Böylece, yukarıdaki iki gruba dahil olup da, adıgeçen eylem planları ile iflah olmayanlara islah edilmeleri için başka seçenekler sunulmuş olur.

Eylem planı-5:
Hiçbiri işe yaramazsa, en yakın benzinciye gidilip, en masum ifadeyle "Arabamın benzini bitti, biliyorum, artık bidonla benzin vermiyorsunuz ama pek müşkül durumdayım pompacı bey" denir.
Benzin alınır, sitenin orta yerinde bir elde benzin bidonu, diğer elde çakmakla "layyyn, beaaaa, yeter artık" gibi haykırışların bolca yer aldığı bir konuşma yapılır.

Eylem planı-6:
Jandarmanın büyük ihtimalle kısa sürede gelmesi nedeniyle son bulan eylem planı-5 tutmayacağı için, düzenli olarak loto, toto, şans topu oynanır, para çıkar, site ateşe verilerek çiftlik evine taşınılır.

Pazar, Ocak 14, 2007

AMPUL PATLADI ŞOFÖR ATLADI

Bizim mutfağın lambası ben deyim bir ay, öbürküsü desin iki aydır yanmıyordu...
Sebep?
Ampul değiştirebilirim ama o "duy" dediklerinden korkuyorum. O bozulmuş mu ne?
Basiret de bağlandı, ha bugün ha yarın derken, tamirci (enişte) çağırmayı da erteleyip, aspiratörün altındaki küçük lambalarla idare ediyoruz bunca zamandır.
Bugün artık rahatsız olup, tamirci (enişte) çağırdık, mutfak lambamıza kavuştuk...
Lakin bir problem var:
Biz hala aspiratörün altındaki küçük lambaları kullanıyoruz....Mutfağa girdiğimizde elimiz onun düğmelerine gidiyor...

Sonuç:
1. Yerine koyabildiğin iyi kötü birşey varsa, öbürünün yokluğuna alışıyorsun. (mu?)
2. Yitirdiğin "şey" çok basit bir-iki eylemle sana geri gelecek olsa bile, sen yokluğuna alıştığın için ya da yokluğu -şimdilik- seni rahatsız etmediği için, onu geri getirmek için kılını bile kıpırdatmıyorsun. (mu?)
3. Yitirdiğin "şey" in yokluğu, seni artık ciddi boyutlarda rahatsız etmeye başladığında onu arıyor, geri getirmeye çalışıyorsun. (mu?)
4. ve fekat, geri geldiğinde, yokken, yokluğu seni rahatsız eden "şey" in varlığını unutuyorsun. Elin öbürüne gidiyor... "İdareten" olana... (mı?)

Cogito ergo sum!!!

Cumartesi, Ocak 13, 2007

BUNAK

Kendime, Sarıkız'a ve MMonroe'ya o sihirli değnekleri neden almıştım yeniyıl hediyesi olaraktan?
Hatırla bakalım.
Bir hatırla...

Var mı bir çağrışım, bir ampul, şimşek filan?

Pazartesi, Ocak 08, 2007

KARA(RMAYACAK) SEVDA

Ben aşık oldum.
Kendimi harika hissediyorum.
O bunu bilmiyor.
Bilse kulaklarına inanamaz.
Benden bunu beklemez. Çizmiş yolunu.
Mutlu olur mu?
Bilemem.

Boşver.
Ben aşık oldum.
Kendimi harika hissediyorum.
Hep aynaya bakıyorum.
Her an çıkabilir karşıma diye, iki dirhem bir çekirdek geziyorum.
Bakkala giderken bile!
Ellerime sürekli krem sürüp, zırt pırt parfüm sıkıyorum.
Akşamları yüzüme yoğurt sürüyorum. Kokuyor, yıkıyorum.
Gözlerimi kapatıp hayaller kuruyorum.
Ona yapacağım şımarıklıkları düşünüyorum.
Yaptığım en güzel yemeği hatırlamaya çalışıyorum.
Gideceğimiz en güzel tatili planlıyorum.

O bunları bilmiyor.
Bilse çok şaşıracak.
Belki kendini, en son aşık olacağım insan olarak biliyor.

Boşver, ben aşık oldum.
35 yaşında, ilk kez aşık oldum.
Bundan ona ne?
Kendimi harika hissediyorum.

O da öyle hissedecek.
Ama henüz bunu bilmiyor.

Ben aşık oldum.
Kavuşunca geçer mi?

Pazar, Ocak 07, 2007

İYİ BAKIN BİRBİRİNİZE

Ben mezarlık ziyaretini sevmiyorum.
Onu orada görmekten hoşlanmıyorum.
Orada değil çünkü.... de... kimseye anlatamıyorum.
Kimseyi memnun edeyim diye değil, sırf neden gelmediğimi belki merak edip üzülüyordur diye gidiyorum.
Halbuki ben onu hergün anıp, hergün dua yolluyorum...
İlla ki gözlük ve şapkayla gidiyorum.
En dirayetli zamanlarımda bile, daha uzaktan ismini görür görmez, herşeyi bırakıp ağlamaya başlıyorum.
Çok ağlıyorum.
Tutamıyorum kendimi.
Beni böyle görmekten mutlu olmaz.
Tutamıyorum.

Bir de, ne kadar bencil olduğumuzu farkettim son gidişimizde.
Sanki sadece bizim babamız gitti...
Orada olan herkesin seveni, özleyeni, ziyaret bekleyeni var.
Kimin ne kadar zaman önce son ziyaretçisini kabul ettiği, mezarların üzerindeki çalılardan belli olur.
Bu sefer, babamın bütün komşularına da dua ettim. İki yanına, önüne, arkasına...
Mezarlarındaki çalıları temizledim.
Birer çiçek koydum başuçlarına.
Birbirlerine iyi baksınlar diye...

Cuma, Ocak 05, 2007

DELİRİN, ÇOK ZEVKLİ

Bugün itibariyle, beni gerçekten iyi tanıyıp ve de sevenler arasında, bana "deli" olduğumu söyleyenlerin sayısı ona ulaştı.
Korkuyorum doktor.
Kim bu rezil-i rüsva kişilikler?
1- Annem (yaş 62, k, defalarca beyan etti.)
2- Ablam (yaş 37, k, defalarca beyan etti.)
3- Büyük yeğenim (yaş 12, e, son birkaç görüşmemizin hepsinde beyan etti.)
4- Eks hazbınt (yaş 36, e, çeşitli geyiklerimizde beyan etti.)
5- Sarıkız arkadaşım (yaş 27, k, hilafsız, beni gördüğü hergün beyan etti. )
6- Çerkes Kızı arkadaşım. (yaş 35, k, beni her gördüğünde beyan etti.)
7- Çerkes Teyzem (yaş 66, k, bana "delibozuk" diyor.)
8- Denizli Horozu arkadaşım. (yaş 35, k, yılda bir-iki görüşürüz, her gördüğünde der.)
9- Kuzenim (yaş 27, e, beni arkadaşlarına "deli kuzenim" diye tanıttı.)
10-Babacığım. (Rahmetli, e, bana "deli koko" derdi.)

Doktor, ben deli miyim?
Deli olmaktan memnun muyum?
Bana 'deli' denmesi hoşuma mı gidiyor?
Kimseye zarar vermeden istediğin herşeyi yapabilmek cesareti delilik mi?
İnsan yaratığının büyük kısmını sallamadığım için onlarla eğlenmek delilik mi?
İşyerimdeki güvenlik kameralarına bakıp el sallamak, türkü söylemek delilik mi?
Yeğenlerime üşenmeden tayt ve tütü giyip bale gösterisi sunmak, böyle bir san'at olayı ifşa etmek delilik mi?
Hacca gidip hüdaya ermiş komşularımızı yılbaşı gecesi zorla sokağa çağırıp, zorla şampanya içirmeye çalışmak, ısrar etmek delilik mi?
Köpek oğlumun sokağa bıraktığı minik ve mis kokulu hediyeleri, daha destur bismillah cebimden boş poşet çıkarıp toplamaya niyetlenirken, hediye bombalarına "iğrençsiniz, sokaklar tuvalet sanki" gibi zeka pırıltıları bezeli yorumlar getirenlere, onlar bu yorumları yaparken köpek bokuynan doldurduğum poşeti gözlerine sokmak suretiyle saygıyla sunmak, hediye etmek istemek, "hava soğuk, ellerinizi ısıtır" demek delilik mi?
Çiçeklerime Pakize, Nurhayat, Nesligül; elektrik süpürgeme Kezban, arabama Racır (in English, Roger) gibi isimler takmak delilik mi?

Büyük market arabalarına asılıp, marketi kayarak gezmek delilik mi?

Kime zararı var ayol bunların?
Ne demişler?
Akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol, dünya senin kahrını çeksin!
Ne kahır varsa bunda...
Çekinmeyin, delirin.
Çok zevkli.

Perşembe, Ocak 04, 2007

ANACIĞIM BANA MASAL OKUSANA!

Uykum var.
Uyuyamıyorum kaç gecedir.
Her yolu denedim.
Öyle ballı süt, ılık duş, sıkıcı bir kitap filan değil. Kesmez onlar... Denemedim mi sanki?
Son çareler:
Yatakta kendimi salladım. Salladıkça salaklaştım, hareket ettikçe uykumun açıldığını bayağı bir sonra farkettim...

Dilimin üstüne bir cimcik deniz tuzu koydum. Önce iyiydi... Sonra tuzun erimeye başlamasıyla ağzımda iğrenç bir tat oluştu. Eriyen tuz boğazımı yaktı, öksürmeye başladım. Kalkıp su içtim. Uykum açıldı.

Sağdan soldan okuduğum yarım yamalak gevşeme tekniklerini uyguladım. Derin derin nefes aldım. Tüm kaslarımı serbest bıraktım. Ellerim, kollarım, omuzlarım, göz kapaklarım... Hepsini becerdim mi diye düşünürken, uykum açıldı.

Bari kalkıp temiz hava alayım dedim, pencereyi açtım. Önüne dikildim... Plana göre öyle üşüyecektim ki, koşarak sıcacık yatağıma gidip, huzurla uykuya dalacaktım. Soğuk ve temiz hava ciğerlerime doldu, yağmur da yağmış, etraf toprak kokuyordu, pek hoşuma gitti, oksijen yiyen beynim canlandı, uykum açıldı.

Televizyonu açtım, güzel film buldum: Jacknife... Fazla güzeldi. Sonuna kadar seyrettim, uykum açıldı.

Kalktım yerimden, gittim mutfağa... Gecenin bir yarısı saçmalamayım diye, masum ve kocaman bir portakal aldım buzdolabından... Tam istediğim gibi soydum. Kabuklarını almadan, ince ince yarımaylar. Tabakta az durdular, üstelik onları doğrarken iştahımı kabarttılar, yanlarına bir masum ve kocaman elma da soyuverdim... Elmaların üzerine tarçın serptim. Gömüldüm yatağa, aldım kucağıma mis kokulu tabağı. Hapır hupur, şapır şupur yerken, çiğnerkenki gürültüleri beynimi uyandırdı. Üstelik ellerim yapış yapış oldu, kalktım yıkadım, uykum açıldı.

Dört gündür, o da sabaha karşı hepi topu altı yedi saat uykuyla acaba insomnia tehtidi altına giriyor olabilir miyim? Uyuyamadıkça daha da salaklaşır mıyım? Salaklaştıkça, uyumak için bulduğum yöntemler daha da salaklaşır mı? Yöntemler salaklaştıkça daha da mı az uyurum?

Bu gece yatmadan önce kendi etrafımda sekiz kere dönüp, oniki kere de "rumba, zımba, zıp" diyerek zıplayacağım.
Ya da, Pembe Panter'in kara yağmur bulutu gibi sürekli başımın üzerinde gezen soru işaretlerini poflatacağım... Soru soracağım. Sahiplerine...

Salı, Ocak 02, 2007

NE İDÜĞÜ BELİRSİZ YAZI

Aman yok, öyle şeyler yazmayacağım...
Yeni yıl sözleri, iyi dilekler, sigarayı bırakacağımız meşhur (01 Ocak 2007 saat 00.00) zaman dilimi, kırmızı don bereketi, yeni yılda ilk kimi öptük, yeni yıla girerken ne yapıyorduk...
Ben bir keresinde, çocukken, yeni yıla tuvalette ve kusarak girdim. Yediğim onlarca sigara böreği, kaşık kaşık rus salatası ve çerkes tavuğuna çocuk midem dayanamamıştı... Annemler de tuvaletin kapısında, onları da içeri sokmuyorum, "Yavvvvrummm, iyi misin? Gelelim mi?" haykırışlarıyla bekliyorlar... E, N'oldu? Tüm sene boyunca ne ben kustum, ne de annemler başımı bekledi... Yalan, yalan. Hurafe...
Kırmızı don da hurafe... Kırmızı don üreticilerinin kakaladığı bir aldatmaca... Bir de yeni yılı beraber karşılayacağımız, ama çok samimi olmadığımız insanlara verilebilecek en kaçak hediye... Nice seneler bilirim, saat tam 00.00'da işi gücü bırakıp sinsice kırmızı don giymeye gitmişimdir... Elalem neş'e içinde birbirini kucaklarken ve çoğu zaman alkol ve karmaşanın etkisiyle kimi kucakladıklarının bile farkında değilken, ben tüm farkındalığımla o kırmızıyı giymeye çalışıp, koşa koşa karmaşaya dahil olmuşumdur... Bu emeklerim, bana sonsuz bereketli bir yıl olarak yansımış mıdır? Hayır...
İtiraf: Ne olur, ne olmaz, bu sefer de giydim... Belki de bu geceyarısı törenime şimdiye kadar anlamlı bir yanıt gelmediği için küsmüşümdür kırmızı dona... Olabilir...
Yalnız, bir hurafe konusunda şüpheliyim...
Geçen yılbaşı, yılın ilk dakikalarında sokakta dans edip, hemen ardından büyük bir caddeyi koşa koşa geçip geri döndüm... Ne oldu? Bol bol gezdim geçtiğimiz sene... Çok da eğlendim... Bilmem ki tesadüf mü?
Gittikçe batıyorum.
Amacım, yeni yıl hurafelerini alaşağı etmekti, yazını başıyla sonu (şimdilik sonu) çelişki dolu...

Çekil git çelişki...
Önemli şeyler yazacağım.

Denk geldi. Yeni bir yıla girdiğimiz için, "Geçen yıl ne öğrendim?" klasiklerine girmeyeceğim...

Bana birşeyler oldu son birkaç yılda...
Sabır küpü oldum.
Bir dinginlik, bir olgunluktur gidiyor.
Bir 'herkesi kendi haline bırakma' durumu...
Bir 'bunlarla uğraşamam, hayat çok kısa' ukalalığı...
Dedikodu kumkumalarına bir yandan çarklı gülüş tavrı...
Canımı -hala- acıtmak isteyenlerin canını 'yoksayma' tekniğiyle acıtma akıllılığı...
Ayağımı kaydırmaya çalışanlara ağzımın kenarından gülerek çıkardığım bir "tıh" sesine eşlik eden omuz silkme özgüveni...
Belli bir duruş, kendinden memnuniyet...
Kimsenin canını bile isteye acıtmamış olmanın verdiği huzur...
Unutmak, kin tutmamak, affetmek...
Özür dilemesini bilene "Olur böyle şeyler, hayat bu" demek... (Henüz diyemedim.)
Hataları itiraf edebilmek...
En kötü huyunu keşfetmek: Herkes için en iyisini ben düşünürüm.
Biraz daha az kötü huyunu keşfetmek: Eleştiriye açık değilim.
Ondan biraz daha az kötü huyunu keşfetmek: Sinirlenince ne dediğimi bilmiyorum.

Öyle işte...
Bağlayamadım.

Cuma, Aralık 22, 2006

AYI

Ben demiştim...

Bundan 5-6 yıl önce, saçımı tutup da başımın arka çıkıntısını ensemle öpüştüren ayıya demiştim...

Sessiz telefonların sese geldiği nadir akşamlarımızdan birinde, telefonda arsız arsız malum ayıyı (kocamı) isteyen "ağırbaşlı olgun hanımabla" tahammül sınırlarımı zorladığı için çıldırmıştım... Şimdiki aklım olsa, güler geçer ve güle oynaya giderdim evden... Toyluk işte.
Gösterdiğim tepkiye sinirlenen ayı, salonda arkadaşlarımız olduğu halde, beni mutfağa çekerek, bağırmamamı sağlamak için!!! bir eliyle ağzımı kapatırken, diğer eliyle de saçımı tuttuğu gibi arkama yapıştırmıştı kafamı hızla...
Ayı!
Hayvan!

Çıkacaktı bunun acısı birgün bedenimden, boynumdan. Belliydi. O kadar hayvancaydı ki yaptığı...
Buyur işte!
Aman boynum tutuldu, aman boynum yine ağrıyor derken, iki hafta boyunlukla gezmem gereken günler geldi.
"Birgün boynumda bu yüzden bir sorun çıkacak" demiştim.
"Bunu hesabını sorarım" demiştim.

Boynumda sorun çıktı.
Hesap sormak neye yarar?
Kimi eğitir? Kimi memnun eder?
Bırak boyun travmasını, tek bir saç telim çekildiğinde yaşayacağım can acısına değmez... idi...
Toyluk.
Şaşkınlık...

Acaba Ayı ve Hanımabla'nın sağlık durumları iyi mi?
Geçmiş olsun.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

MERHAMETTEN MARAZ DOĞAR, DOĞDU DAHA ÖNCE...

Yumuk yumuk kolları olan, kocaman, şişman bir köylü teyzenin kucağında ağlamak istiyorum...
O teyze 'köy' gibi güzel koksun istiyorum...
Hatta bana yanık bir türkü söylesin istiyorum...
Türküsünü söylerken bir yandan da beni sallasın istiyorum...
Ben ağladıkça o kocaman kollarıyla beni sıkarak kucaklasın istiyorum...

Bana ne yaaaaa,
Biraz da ben kalp kırayım.
Herşey karşılıklı değil ya?
Zorla olmaz ki...
Yok, yok...
Üzülmüyorum.
Yufka yürekli değilim ben.
Erkek adam ağlar mı canım öyle?... İnsanın yüreğini burka burka?
Etkilenmedim.
Hiç etkilenmedim.

Pazar, Aralık 10, 2006

İŞ RAYDAN ÇIKMIŞTIR, TADI KAÇMIŞTIR

Amaaaaan!
Tadı kaçtı herşeyin...
Milli Piyango biletleri internetten de satılacakmış...

Ne anlamı kaldı, yanımdan bir biletçi geçtiğinde ve ben biletçide kendi paranoyamdan kaynaklanan, bana karşı davetkar bir bakış sezdiğimde, işi gücü bırakıp, "İşte bu, o bilet olmalı!" diyerek peşine düşüp, illa ki ondan bilet almamın?...

Ne anlamı kaldı, biletçi elindeki tomarı iskambil kağıdı gibi pırrrr diye önümde çevirirken ve suratım onun yarattığı serinliği alırken, parmağımı arada bir yere sokarak bu küçük rüzgarı durdurup, elimin hemen altındaki bileti almamın?...

Ne anlamı kaldı, Türkiye'nin neresine gidersem gideyim, sanki o toprağın şansı bana geçecekmiş gibi, mutlaka oradan bir bilet almamın?...

Ne anlamı kaldı, çektiğim bileti cuzdanıma yerleştirirken, "Keşke yanındakini alsaydım, gözüm ilk ona takılmıştı" dememin?

Ne anlamı kaldı, biletçinin "hayırlı olsun" sözünün ardından "Çıkarsa seni unutmam, hakkını veririm, heh hüh" gibi iyi niyetli cümleler sarfettiğimde, biletçinin yüzündeki 'Biz çooook gördük böyle diyeni' ifadesinin?...

Bilet çekmek...
Biletçi...
Liste...
Ali Haydar...
Nimet Abla...
Yuvarlak bilet tablaları...
Çeyrekler sağda, yarımlar solda, tamlar ortada...
Biletçinin elinde de ayrı bir tomar. Pırrrrr!...

Çarşamba, Aralık 06, 2006

DENGESİZ İHTİYAÇLAR LİSTESİ VE BEKLENEN SONUÇ

Sevgili Noyel Baba,

Yeni bir yıla girmemize çok az kaldı.
Bana sorarsan, inan ki hiç ama hiç anlamadım, takvim ne zaman onikinci ayı işaret etmeye başladı, ne zaman yuvarlana yuvarlana kartopu (bizim için kar güllesi) oynadık, ne zaman montları çıkarıp ince gömlekler giydik, pikniklere gittik, çayır çimen yuvarlandık, ne zaman yüksek koruma faktörlü kremler sürdük, ne zaman şemsiyeleri açtık, yine ne zaman üşümeye başladık...

Su gibi aktı vallahi!

Velhasıl, gelen seneye dair birtakım ihtiyaçlarım da hasıl olmaya başladı.
Şuracığa ufacık bir liste iliştiriyorum. Durumun olursa, beni de gör be Noyel Baba!

1- Büyük bir ev. Mümkünse dört odalı, bahçeli olsun. Değilse bahçe olmayıversin. Kocaman bir çalışma masası ve kocaman kütüphaneyi kaldıracak kadar büyük bir odası olsun, kurtarır. Köpek oğlum da bahçeyi sever... Şartları zorlayamaz mıyız?
2- Arabaya kar lastiği. Mümkünse en iyisinden, mümkünse dört adet, değilse iki de kurtarır.
3- Arabaya CD çalar. Mümkünse en iyisinden ses sistemi de olsun, değilse iki düzgün hoparlör de kurtarır.
4- Bir düzine kadar eşofman altı ve ona uygun tişört... Mümkünse tişörtler iyi kalite pamuklu olsun, eşofman altlarının dizleri iki giyişte sümük gibi yayılmasın... Araya bir de bizim kazıkçı spor salonuna beş yıllık üyelik de sıkıştırıver... (Mümkünse!)
5- Uzelli'deki bütün CD koleksiyonu... Hepsi mümkün olmazsa, "pop" olanları eleyebilirsin... Bir de acıklı müzikleri... Ama onların da bazıları güzel oluyor be Noyel Baba, hani ortamı olduğunda, kızlarla içilirken, kızlardan birinin aşk acısı, koca acısı filan varsa... Bir kısmını eleyelim mi sadece?
6- Bütün renklerden, bütün çeşitlerden incik boncukla dolu bir kutu... Mümkünse kutuda öyle bir teknoloji olsun ki, ben bir düğmeye basıp istediğim rengi söyleyim, dıziii dıziii sesleri çıkarıp, uygun olanları önüme sıralasın. Hani sabahları işe giderken benim sefil ve karışık incik boncuk kutularımı alaşağı ediyorum da aradığım hiçbir şeyi bulamayıp sinir yaratıyorum ya o güzelim sabahlarda? Onun için... Mutluluk için... İnsanların mutluluğu be Noyel Baba... (Kutunun karışım oranı %90 gümüş, %10 altın incik boncuk olsun mu?)
7- Sigaradan tiksinme makinesi icat edildi mi Noyel Baba?
8- Ya köpeklerle konuşma makinesi?
9- Diline mukayet olma makinesi?

Hiçbiri tutmadı mı?
10- Pofuduk oyuncak da olur Noyel Baba! Mümkünse Kral Garfield...

Kadınlar ne ister ki Noyel Baba...

Cuma, Aralık 01, 2006

UNUTMAMAK İÇİN

Muz toplamaya çalışan salak maymunlarla hayatımıza giren dijital oyunların şimdi geldiği nokta, çocukların bilgisayarlarına neredeyse "size anne diyebilir miyim?" sözleriyle sarılmasına yol açacak...
Temel eğitim kurallarından birine göre, pekiştirilmeyen bilgiler, unutulur...
Bu oyunları oynayan , bu sözleri sarfeden çocuk kalmadı çevremde... Unutmaktan korkuyorum...

*** Sayım suyum yok!!!
*** Ay may kumay
Cevdet Sunay
Nihat Erim
Ciğerini yerim
(Eller çifter çifter birleşir)
Eşimsin! Eşimsin...
*** Herşey benden, kurallar benden!
*** Top benim, kuralları ben koyarım!
*** Badegül, çık! Su içtin!
*** Sinan! Armuuuutttt!
*** Mendilim köşe köşeeee
Bizden size kim düşeeeee!
*** Güzellik mi, çirkinlik mi,
Havuz başı heykellik mi?
*** Ali Baba saatin kaç?
Kazandibiiiiii!
*** Aldım verdim
Ben seni yendim
Yenmeye geldim
Sarıkız'ın saçını
Örmeye geldim.
Topuk mu, burun mu?
İlhami'yi al, o hızlı koşuyor.
*** Ama ben 'mum diktim' demiştiiiimmmm!
*** Mihriban'ın çok canı var, onu şişleyelim!
*** Topu dikmece yok!
*** Biz şimdi üç kardeşmişiz, ailemiz Amerika'daymış... Kim abi olacak?
*** Kızlar kovboyculuk oynayamaz! Sadece seyredin.
Niyeymiş? Bonanza'da kızlar da var!
*** Kızlara erkekler sessiz film oynayalım mı?
Olmaz, siz hep ayıp filmler söylüyorsunuz!
*** Şarkıcılık oynayalım mı?
Ben Ajda Pekkan'ım...
*** Anneee! Kağıt bebeğin gelinliğini sen keser misiiiin? Çok zoooor!
*** Herkes evden patates getirsin, ateş yakıp pişirelim...
*** Küs mü, barış mı?
*** Hadi, apartmana girip kaloriferde eldivenlerimizi kurutalım.
*** Leğen, naylon torbadan daha güzel kayıyor...
*** Aşşaaa gelsene!
Gelemem, Şeker Kız başlayacak...
*** Aşşaaa gelsene!
Gelemem annem evde yok. 'Ben gelene kadar çıkma' dedi.
Biz gelelim??
Olmaz, kızar...
*** Mustafa'nın eniştesi Almanya'dan pilli tren getirmiş...
*** Leyla'nın halası Amerika'dan kokulu silgi getirmiş...
*** Bisikletini bi tur versene...
*** Lastik atlayalım mı?
Lastiği hep ben getiriyorum, bu sefer de siz getirin...
*** Sanem'le Ahmet gece saklambaçında beraber saklanmışlar!!!

Başka? Başka? Başka?

Perşembe, Kasım 30, 2006

ÇIKARIN KAĞITLARI YAZILI VAR!

Dünkü yazıma yapılan yoruma ithafen,
"BLOG UYDURUKTAN MI OKUNMUŞ" YAZILI SINAVI

AÇIKLAMA: 1,2,3,4,5 no.lu soruları lütfen belge beyan ederek cevaplayınız.
Örnek: "Sayın Koko, şu tarihli şu başlıklı yazınızda diyorsunuz ki....." gibi. Ayrıca şu maddenin şu fıkrası, şu bendi gibi detaylar da belirtilebilir.

Soru1- Günümü işyerindeki insanlara kızmakla geçirdiğimi nereden çıkardınız?

Soru2- Kiboş'a kızdığımı nereden çıkardınız?

Soru3- Bu bloğu birşeylere kızdığımda kullandığımı nereden çıkardınız?

Soru4- Birşeylerden kaçma isteğinde olduğumu nereden çıkardınız?

Soru5- Bloğu güncellemekle keyfim arasındaki bağlantıyı nasıl kurdunuz?

Soru6- "3-5 Yazıyla Kişilik Tahlili" kitabını nereden edindiniz?

Soru7- Blog yazma halet-i ruhiyesi nasıl olmalıdır? Kişi hangi durumlarda blog yazabilir? Mesela -durum benimle alakalı değilse de- çok mutluyken yazı yazmayan birinin sinirliyken yazdıkları sayılmaz mı?

NOT: İstediğiniz sorudan başlayıp, soru numaralarını kırmızı kalemle yazabilirsiniz.


Sorunuza cevap- Kızmadığım hiçbir an yok. Ben çok kızgın biriyim. Birşeylere kızamadığım zamanlarda hayatım anlamını yitiriyor. Elim ayağım dolaşıyor. Doktor çağırıyorlar, doktorlar yalancıktan beni kızdırıyor, rahatlıyorum.
Şaka bir yana, ben kızmıyorum, eğleniyorum...
Şimdi olduğu gibi...


Ev Ödevi: "Hiciv" nedir? Nerelerde kullanılır? Örneklerle açıklayınız.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

KİBOŞUM KİBOŞUM KİBAR KİBOŞUM

Bir yazı yazdım dün akşam.
Kiboş'la ilgili...
Hala draft'ta bekliyor. Biraz abartmışım sanırım.
Olur ya hani, buraya gizli şifreyi yazıp girilmiyor, biri okuyup da Kiboş'u çözerse, ki yazdıklarımdan, onu tanıyıp da çözmemesi mümkün değil, ha istifa mektubumu yaldızlı kalemle yazmışıııım, ha bahsettiğim yazıyı yayımlamışım... Sakal ve bıyık...

Ama duramıyorum...
Yazarken çok eğlendim.
Günün birinde, bir samimi ortamda konu "işyerinde kadın manyaklığı"ndan açılırsa, tatlı tatlı anlatayım da herkes benim kadar eğlensin diye, unutmamak için, birkaç doneyi (done??? neredesin tdk.gov.tr???) buraya taşımak zorundayım... Hani, fıkra anlatmayı çok seven insanların, cuzdanlarında fıkraları anımsatacak bir-iki kelimeyi bir kağıda yazıp taşımaları gibi...

Hülasa,
*** Kiboş ve beyaz etek altına giymem gereken -çok afedersiniz- çamaşır brifingi...
Bu brifing esnasında içimden gerçekleştirdiğim katıla katıla gülme durumu bir araya dışımdan da gerçekleşmeye yeltenmiş, durum, yalandan öksürme suretiyle örtbas edilmiş, kendisine yardımları için teşekkür edilmiştir. (Deliye "he, he" deme muamelesi)
*** Kiboş ve "Bana adımla hitap edebilirsin, nasılsa aynı yaşlardayız." beyanı. Kendisi anam karılara benzer...
*** Kiboş ve kuşları (Detay yok... Yaldızlı kalem!!!)
*** Kiboş efsaneleri...
Kiboş efsanesi-1:"Benim bir bakışımla karşımdakinin eli ayağı birbirine dolaşır..." Kiboş efsanesi-2:"Karşımdakinin ufacık bir hareketinden ya da bakışından niyetini anlarım. Çok zekiyim..."
Kiboş efsanesi-3: Patronu en iyi ben tanırım. Sol kaşı kalksa su, sağ kaşı kalksa kahve ister. İkisi birden kalkarsa eşini ararım, kaşları kalkıkken elini şıklatsa, yönetim kurulu toplantısı ayarlarım."
Efradı koro olup cevap verir: Evet Kibooooş, evet, evet, evet... Sen var ya sen......
Yiyorsa "hadi len" desinler...
İşin doğrusu, efradı Kiboş'tan çok korkar. Çünkü o, bildiğimiz "deli"dir. Bunu bir tek kendisi bilmemekte, korku ile saygıyı, sevgi ile yalakalığı ayırt edememektedir. Ama zekidir!!!

*** Kiboş ve topuklu ayakkabıları...
Kiboş, onlarla yürümeyi beceremez ama ayak parmaklarıyla ayağının geri kalanı arasında dik açı oluşturacak kadar yüksek topuklu ayakkabılar giyer... Bir adım atar, arkasından poposunu toplar. Düşmemek için kamburlaşır.Kuşlarından birinin koluna girer genellikle... Yalnız yürüyorsa, kollarından destek alır. Kolları omuz hizasına çıkar neredeyse, elleri serbestçe sallanır...
Kiboş, yazın dekolte(??) ayakkabılar giyer. Uzattığı narin ayak tırnaklarına sedefli turuncu, beyaz ojeler sürer.
Zarif Kiboş!

N'oluyor be???
Abarttım yine. Hani fıkra başlığı tadında ufak hatırlatmalarla sınırlamıştık yazıyı?
Ayıp oldu yine...

Şaka kız Kiboş...
Vallahi şaka!
Ben o zannettiğin kişi değilim.
O zannettiğin kişi, bilgisayar kullanmayı bile bilmez, bırak blog mlog yazsın... Git bilgisayar bile kullanamadığımı patrona söyle de işime bir taş daha koymuş ol, neme lazım... Tutar belki...

Pazar, Kasım 26, 2006

BİR GECEDEN ÇIKAN SONUÇLAR

Sonuç1- Cazın fingirdek Brezilya ritimleriyle buluştuğu bir müzik, güzel sesli güzel Brezilyalı kadının konseri, elde bira, popo sallanarak dinlenir. Konser salonunda değil... Efes Pilsen Blues Festival'ın gözünü seveyim. Başlamış... Gitmeli... Yine...

Sonuç2-Basgitar çalan erkeklere karşı ezelden beridir anlam veremediğim bir hayranlığım var. Ama daha çözemedim... Acaba bu, müziğe girdiği anda tamamen havayı değiştirip içimizi kımıl kımıl yapan basgitardan mı kaynaklanıyor, yoksa şimdiye kadar dinlediğim tüm basgitarcılar mı etkileyici, ikisi bir arada mı etkili, bilemedim.

Sonuç3-Herkese "merhaba" demektense, bir elin parmaklarının -belki de yarısı- kadar dostun olsun, yeter...

Sonuç4-Hala Prodigy dinleyebiliyorum!!!

Sonuç5-Ama artık arabada yüksek sesli müziği bünyem kaldırmıyor... Genç Sarıkız'la arkadaş olmanın tek dezavantajı...

Sonuç6-MUTLUYUM.

Cuma, Kasım 10, 2006

BEN HİÇ AŞIK OLMADIM/MI/MIŞIM/

Ben isterdim ki,
hani Rahşan istemeseydi şu Devlet Mezarlığı işini de, alelade bir yer de olsa, önünde sonunda ölümde de beraber toprağa karışacakları bir yer seçseydi...
O zaman bu aşk "gerçek" olurdu sanki...

Hani o sevdiğim şiir gibi.
"Biri beni böyle sevsin" dediğim gibi:


BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM
Ben senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki
içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar...
Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak :
biri sen biri de ben.
Ben daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok, ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey : belki diyor.

Nazım Hikmet


Aşk var mı yaaa?
Gerçek olan ama.

"Aşık oldum" diyeni çok duydum ama...
herhalde dil sürçmesiydi...
Çoğu midemi bulandırdı.
Hatta birinin üstüne kustum bir seferinde...
Hala onları temizliyor!!!
Ama farkında değil.
Kötü cadı büyü yaptı.
Aşka iade-i itibar edene kadar o pislik temizlenmeyecek...

Cuma, Kasım 03, 2006

GEÇTİ YİNE BİR GÜN

Bugün...

*Sabah pek bir enerjik uyandım...
*İşteki sarı saçlı, kara suratlı Kibariye'ye yine gıcık oldum. Hasta o yaaaa, vallahi hasta.
*İki kişi "bunları kimseye söyleme" diyerek bana sır verdi. Söylemem, vallahi söylemem. Dediler ki....... (pek bir espiriliyim)
*Öğle tatilini Tunalı'da geçirdim. Yok, yok... Tadı kaçmış. Haydin Işık Dağı'na...
*Kendime kitap ve cd hediye ettim, çok uslu olduğum için.
*Akşam eve dönüşte yanımdaki adamın neredeyse omzuna düşüp uyuya kaldım. Yaşlanıyorummmm. Hayır, hayır... Yol tutuyor. Hıyar adam da nazikçe bir omuz dürter, hareket eder de uyanayım... Nerdeeee!
*Annemin son mahsul sebze çorbasının yine ve maalesef deneği oldum. Bu seferki ıspanaklıydı... Tadı iyi, görüntüsü berbattı. Haniii. Biri çıkarmış gibi midesinden... Anneciğim, ıspanağı öyle eskisi gibi yapsan hani, kavurup soğanla filan?
*Köpek oğlumla uzuuun bir sonbahar yürüyüşü yaptım akşam vakti. Siviiit novembır...
*Yeğenlerimi alıp kocaman bir kitapçıya soktum. Puf koltuklarda oturup kitap okudular. Pek duygulandım.
*Çoook uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı gördüm... Bana bir sarıldı, bir sarıldı... Babalık çok yakışmış... En kısa zamanda görüşmek üzere...
*Yoruldum, yarın saat ellibeşe kadar uyanmayacağım...

Perşembe, Kasım 02, 2006

MUTLULUĞUM ÇAN EĞRİSİ...

Bugün huysuzdum,
ama öğlene kadar.
Sonra kıvrak bir manevrayla işten kaytarıp kendimi kasvetten kurtardım.
Köpek oğluma koştum.
Parkta saatlerce oynadık.
Attığım topları getirmekten yorulunca bir kenara muzur muzur çekilip topu parçalamasına ve de parçalarını mideye indirmesine izin vermedim. Ağızdan top çekme savaşını ben kazandım. Bizimki pitbull olmuş da haberim yok... Topa asılı kaldı dakikalarca havada... Sol kolumun canı çıktı... Aylar önce, yediği koca bir parça tenis topu yüzünden ölümden döndü canım köpek oğlum...

Sitenin gerzek sakinlerinden, sabahtan akşama kadar pencereden koca memelerini sarkıtarak gelenin geçenin hayatını didikleyen kadın olanıyla, çok istemesine rağmen, kavga etmedim.
1.Deneme: "Köpeği parkta gezdirmesenize! Çoluk çocuk oynuyor..."
Cevap :
İçten :(Senin oğlanı geçtiğimiz yaz ağaç diplerine işerken az yakalamadım)
Dışarı: "Yaaaa, size de iyi günler."

2.Deneme: "Bir köpek eksikti burada!! Bıktık yahu sizden!!!
Cevap:
İçten: (...tir git başımdan)
Dışarı: "Kaloriferler de yanmaya başladı artık, evet, evet..."

3.Deneme: "Aaaaa, iyice terbiyesiz bu! Dalga mı geçiyorsun? Jandarma çağıracağım. O köpek pislikleri ne oluyor?

Cevap: (Cebimdeki boş torbaları çıkardım) "Bunlara giriyor onlar. Doldurunca size de bir tane getireyim mi sıcak sıcak?"

Delirdi kadın. Pencereyi kapatırken camı dışarı patlayacaktı az kalsın.
Bekledim, jandarma gelmedi.
Keşke gelseydi. Komutanları bu gerzeklerle çok eğleniyor... Öbür evdeyken bir kere, yine böyle bir arızalıya "Zabıt tutalım hanımefendi, sahipli köpekler parklarda dolaşmasın, sokak köpekleri istedikleri kadar işeyebilir, diye not düşelim" demişti. Hi hihi...

Kısmette varmış, jandarma arabasını akşam caddede gördüm.
Utanmadan bir de, selektör yapıp durdurdum. Derdim başkaydı...
Caddede gezinen 4-5 tane modifiye arabalı canavar gördüm. Yolun orta yerinde üçü yan yana durup arabalarından indi, yarım saat sonraya sözleştiler yarış için... Kulaklarımla duydum... Sonra da küfürlere kornalara milletlerarası geçerliliği olan "nah" işaretleriyle karşılık verip, o makas senin, bu makas benim, binbir tacizle u dönüp caddenin karşısına geçtiler.
Hemen biraz önümde de candarmamızın devriye otosunu görmeyim mi??
Selektör, dat dut derken, durdular, yanlarına gittim.
Şikayet ettim, hayal kırıklığına uğradım.
Şu an suç teşkil edecek bir durum yokmuşşşş!
"E, ama devriye geziyorsunuz, takip etseniz falan??"
Şikayet yazılı olmadığı sürece birşey yapılamazmışşşş.
"Pes yani! Asker de bunu yapıyorsa!! İlla memur zihniyetiyle mi hareket etmek lazım? Zabıt mabıt? Üç beş ay sonra bu ruh hastaları bir iki kanlı vukuat yaşatınca mı anlayacaksınız durumun vehametini? Ben bunu başka yollarla şikayet edeceğim o zaman."
..............
Bammmm!!! (Benim arabanın kapısı)
Yarın son derece dokunaklı bir şikayet mektubu yazılacak, ilgili ilgisiz merci(mek)lere iletilecek. Ben yapayım da üzerime düşeni... "Korna eşliğiyle sinirli hareketler"yöntemini benimsemiş tepkili duyarlı milletim de başka yollar arar belki bu duruma son vermek için.
Ne zannettiniz ulan mahallemi? Bağdat Caddesi ezikleri özentileri sizi... Ananız babanız nerde? Arabanıza bu kadar masraf yapacak parayı nereden buluyorsunuz? Siz geberin ama kimseye zarar vermeden, kendi aranızda geberin!
Tahammül edemiyorum!!!
İşte buna tahammül edemiyorum!

Yaaa, ne diyordum?
Üremek başkaaaa, insan yetiştirmek başka.
Üre, hasbelkader büyüt, at sokağa, ver parayı, ne halt yerse yesin.
Hapçı, topçu, yarışçı olsun...
Babanız boynuzlarını parlatsın, ananız kariyer yapsın...

İyi de...
Yetişmiş pırıl pırıl çocuklar ne olacak?
Ya birine bu şuursuzlar yüzünden zarar gelirse? Gelmedi mi daha önce, defalarca?
Geberin e mi? Kendi aranızda geberin...

Canım sıkıldı beee!

Pazar, Ekim 29, 2006

SALAK ŞEYLER

Kızdığım insanlar var...
Öyle belli birileri değil, ya da belli olmasın diye, o belli birilerinden yola çıkarak genelleme yapıyorum.

Hayatını yönetmekten aciz insanlara kızıyorum.
Küçük bir hareketin hayatta neler değiştirebileceğinin farkında olmayanlara.
Kaderine razı olanlara ya da kaderindeki diğer seçenekleri kullanmayanlara.
Temkinli ya da önyargılı davranmak adı altında, neler kaçırdıklarını idrak edemeyenlere.
Salak şeyler...

Cumartesi, Ekim 28, 2006

MUMYALAYAMADIM

Dayanamadım, daha "mum"ları soğumadan, bir ayakkabı kutusunun içine yerleştirilerek bana ayrılan fotoğraflarımı mumya olmak üzere gömdüğüm kolinin derinlerinden kurtardım.
Bir tanesine bile bakmadım daha.
Trilye'den getirdiğim barik şarabının tadını, onlarla çıkaracağım.
Belki yarın.
Annemi yatılı misafir gönderip ablamlara...
Öylece yatıyorlar kutuda. Sabrımı deniyorlar.
Herşeyi tadıyla yapmak lazım.
Elde bir fotoğrafla derinlere dalıp, gözlerin tek noktaya takılı kaldığı için büyüyüp, sahibine eblek ifadesi verdiği o hali kimseden sakınmadan, biri görür diye düşünmeden yaşamak lazım.
Belki de ağlamanın tadına varmak.
Sarhoş olup, gaza gelip, fotoğraf kahramanlarını aramak belki.
Belki de beraber ağlamak içim yanına çağırmak.
Ya da gülmek için...
Bol bol "keşke" demek için.
Ya da daha da çok "iyi ki...".
Kimlerin burnumda tüttüğünü farketmek için.
Hangi fotoğrafa daha uzun baktığımdan, kimleri daha çok önemsediğimi anlamak için.


Allah'ım, korkuyorum...
Bu fotoğraflara bakma işine fazla törensel bir anlam yükledim.
Abarttım mı ne?

Cuma, Ekim 20, 2006

YİNE ŞIMARDIM, GEÇER...

Ekiiiiiimmmmmm!
Taaatillllllll!
Sonbahaaaaaaarrrrr!
En sevdiğim tatil zamanı ve yeriiiiii!
Sonbaharda deniz kıyısıııııı!
Ormannnnn!
Balııııkkkk!
Ayakta botlar, sırtta yağmurluuuukkkk!
Aynı zamanda göl kıyısı, pikniiikkkk!
Köy kahvaltısı, balık ekmeeekkkk!
Kirli tişörtler, ıslak çoraplaaarrr!
Yorgunluk, ama temiz uykuuuuu!
Zeytinyağı turları, köy pazarııııı!
Çamlar altında deniz manzaralı çaayyyy!!
Şımarıkım şımarıııkkkkk!

Perşembe, Ekim 19, 2006

VEFAT ve TEŞEKKÜR

Kocaman bir balonun içinde sürdürdüğüm keşmekeş hayatımın, balonun yerinde ve zamanında patlayarak sadece beni dışarı atması ve hani şu biz küçük çocuklarken, dünyanın oluşumu hikayesinde anlatıldığı gibi büyük patlamanın tozlarından yeniden doğarak ve de yeniden keşmekeş bir hayatın idame edildiği yeni, bensiz bir balon haline gelmesinin üzerinden neredeyse iki yıl geçti.

Bu balonun artık dışında kalan ben, bir zamanlar içerideki hayatını "dış göz"le seyretmeye dalıp yorumladığımda, ne kadar iyi bir karar verdiği(mizi) anlıyorum.

İçerideyken, iliğime kemiğime kadar işlemiş, sevgisizlikten ve kandırılmanın anlamak istenmemeye çalışılmasından kaynaklanan mutsuzluğumun sebebini araştıramayacak kadar incitilmiş, engellenmiş, yanlışların çokluğundan "yanlış"ın normal kabullenildiği, doğruların unutulduğu bir haldeyken, artık dayanamayacak duruma gelmeme ramak kala gerçekleşen bu patlamanın pimini çeken beyinsiz kaltağa -maalesef- minnettarım...

Tek amacı "benim de artık acı çekmem gerekliliği" olan bu meş'um eylemin, balonun içinde süregelen şuursuz mutsuz hayatımın etkilerinden henüz sıyrılamamam sebebiyle, kısa bir süre için amacına erişmiş olduğunu kabul etmek durumundayım.

Bu "ağırbaşlı olgun hanım abla", benim tükürülmemden sonra yeniden oluşan mutsuzluk balonunun içine kendini güle oynaya atıp, kazdığı kuyuya düşen ahmak olarak kendi tarihinde kara bir sayfa açtığının farkında mıdır, bilinmez...

Benim ise, farkında olduğum tek bir şey var:
Ben -seve seve- öldüm ve teşekkür ederim...

(Bugün Kandil...
Dua etmenin gücüne inanmamak için hiçbir sebebim yok.)

Çarşamba, Ekim 18, 2006

KEL ALAKA NE ALAKA

Bugün birşeyi farkettim ve bunu belgelemek istiyorum.
Şu komedi dizilerinde, gerekli yerlerde gülmeye şartlayan kahkaha sesleri ya da şaşkınlık duymamızı bildiren aaaaaaaaaa! sesleri gibi, klavyede ya da cep mesajlarında yazdıklarının sonuna
:) ya da
:p ya da
:(((( ya da
:=) gibi işaretler (mi desem) koyanlara sinir oluyorum.
Niyeyse.....
Sanki bana düştü tasası...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

ZATEN GEÇERKEN UĞRAMIŞTIM

Bana ait olduğuna karar verdiği fotoğrafları bir kutuya koymuş...
Bakamadım. Korktum.
Hani şu uzun süre bakmadığımız fotoğraflar elimize geçtiğinde yapacağımız bütün işleri unutup, onları yerlere dağıta dağıta bakarak tadını çıkarırız ya, zamanında yaşadıklarımızın...
Yapamadım.
Fotoğraf kutusunu görür görmez şöyle bir baktım ilk fotoğrafa, kapattım kutuyu. Onu da başka bir büyük kolinin içine, uzun süre ihtiyaç duyulmayacak oldukları için depoya konulacakların arasına gönderdim, kolinin ağzını sıkı sıkı bantlayarak... Gömdüm onları. Ya da mumyaladım diyelim...
Ağlayacaktım, eminim.
Ben zaten fotoğraflara bakarken iki uçta gezerim: Ağlarım ya da gülerim.
Bu seferki tek uçlu olacaktı. Yapamadım. Zamansızdı çünkü. Onlara başka bir zaman başka bir yerde de baksam, ağlayacağım büyük ihtimalle ya da kesinlikle... Koca bir hayat saklı onlarda. Yaşadığım gerçekler.
Kızgın değilim ona.
Çünkü o benim sadece "kocam" değildi. Bu fotoğraflarda saklı hayatımın içinde, neredeyse çocukluğumuzdan beri beraberdik. 17-18 yaşlarından beri. Ayrılana kadar, ömrümüzün şimdiki yarısı kadar.
Sadece "kocam" değildi o yüzden.
Arkadaşım, dostum, sevgilim ve de kocam... Nihayet "eski kocam". Hepsi oldu sırayla. Zaman zaman sadece biri oldu, zaman zaman hepsi.
Sadece "kocam" olduğunda, sevmedim onu. Çünkü o, "koca"lığı sevmedi, benim de sevmem için hiç çaba göstermedi.
Arkadaşken aynı zamanda, bir harikaydı. Hayatta en çok eğlendiğim insanlardan biriydi. Aynı şeylere gülmek çok önemli...
Sevgilimken aynı zamanda, aklımda kalan en derin his, arada bir elimi tutup durup dururken öpmesi ve çok sıklıkla "iyi ki varsın" demesiydi. İşte o zaman anlardım beni sevdiğini... Gerisi hikaye.

...ve fakat, asla "abi" ya da "baba" olmadı gereken zamanlarda. Belki de bu tatmin etmedi beni, bende onu her ne tatmin etmediyse... Her kadın gibi, en zangoç gibi olanı bile, kimi zaman ihtiyaç duyar sığınmaya ve korunmaya.
Ağzından bir kere bile "üzülme, ben varım" çıkmadı. Doğru olsun olmasın "dünya bir yana sen bir yana" demedi. Bu güven duygusunu yaşamadım onda. Yoktu, yok...

Yine de seviyorum onu. O da biliyor. Ama sevgimin boyut değiştirdiğinin farkında mı, değil mi, emin değilim.
Aşk değil bu. Cinsiyetinin de önemi yok.
Ona zarar gelecek diye ödüm kopuyor. Yaptığı saçmalıkları duyunca çok üzülüyorum. Mutlu ve başarılı olmasını istiyorum. Aptallıklarına kızıyorum. Ama söyleyemiyorum. Ne de olsa, normal şartlarda "eski karı", ona bunca acı çektiren "eski koca"nın mutlu olmasını istemez. Yaptığı yanlışlardan zevk alır hain hain. Bu nedenle de, samimiyetime inanmamasından korkup, "yanlış" yapıyorsun" diyemiyorum ona, gün gibi ortadayken yanlışlar...
Her ne yaşanmış olursa olsun , bana ne kadar acı çektirmiş olursa olsun, aramızda yılların beslediği derin bir bağ var. Belki bunun sadece ben farkındayım şimdilik. Ama o da zamanla anlayacak.
Güzel bir şey bu...
Şimdi bile hala üzülüyorum çamaşır makinesini taktırana kadar ne yapacak diye... ya da yeni koltuklar gelene kadar...
İnsan, kendini bu kadar inciten birinin iliğini kemiğini soyar boşanma durumunda. Ama yok, kıyamıyorum.
'Hak geçmesi'nden çok korkarım. Rahatsız eder beni. Bana helal edilmeyen hiçbir şeyi almadım umarım...
Üzüldüm mü?
Bilmem ki...
Aslında hayır.
Çünkü, elimden gelen herşeyi yaptım, bütün tavizleri verdim, bütün zamanları sundum hem evliyken, hem de boşandıktan sonra...

Velhasıl, geçtiğimiz Cuma ve Cumartesi günlerini, elimde kutularla "evim"i "evim" olmaktan tamamen çıkaracak işleri yapmaya gittim.
Orada bir zamanlar benim de yaşadığımı hatırlatacak birşey kalmadı...
Geldik gittik işte...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

"CUK" OTURDU

Bunun zamanı, hakkını vere vere geldi...
Aslında çoktaaaaan gelmişti de, ben bu şiiri Sarıkız bana gönderdiğinde okuyup da, "Zamanı geldiğinde kullanılacaktır" şeklinde bir fikir yürüttüğümü, bilgisayarımdaki "kullanılmayan dosyalar" bölümünü temizlerken hatırladım.
Bir güzel temizlik daha...
Tam yerini buldu.
"İhtiyaca cevap verdi."


BENCE ARTIK SEN DE HERKES GİBİSİN

Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi ta içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.

Maziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim
Kalbimde kalbine yok bile kinim
Bence artık sen de herkes gibisin

Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

NAZIM HİKMET

Pazar, Ekim 01, 2006

İYİ Kİ -ONLAR DA-VARLAR

Var yaaaaa, vallahi var!
İyi dostlarım var.
Bana sahip çıkan, inanan, bağını koparmayan...
Hesapsız, olgun,dürüst, iyi niyetli...
İyi ki varlar!

Cuma, Eylül 29, 2006

AĞIRBAŞLI OLGUN HANIMABLA

Etrafını mütebessim bir ifadeyle, başını hafifçe indirip kaldırarak selamlayan "ağırbaşlı" bir kadın...
Sürekli gülümseyen yüz, zarif hareketler, titizlik muskası tavırlar...
Ağzından "salak" kelimesi çıksa, "çok afedersiniz" diyecek kadar incelmiş konuşma ifadeleri...
İnsanlarla iletişim halinde çalışılan her türlü işte, artık herkesin bir şekilde ucundan kıyısından almış olduğu "iyi iletişim kurma" bazlı eğitimlerin herhangi birinden çalıp çırpılarak, beceriksizce uygulanmaya çalışılan taktikler.
Konuşma sırasında sıradanlıkla söylenen, o konuşmanın anlatmak istediğiyle uzaktan yakından bağlantısı olmayan önemsiz bir ayrıntının datalara kaydedilerek, yeri geldiğinde kullanılması örneğin...

"Geçen gün bizim oğlanı dişçiye götürmek için fellik fellik taksi ararken, arabanın biri zart! fren yapıp önümüzde durdu. Tam küfredecektim, bir de kim çıksın içinden? Bizim Kemal! Bir yakışıklı olmuş, bir hoşlaşmış ki sorma... Telefonunu verdi, haftaya görüşeceğiz.............." şeklinde uzayan bir konuşma.

Sonuç: Bir sonraki karşılaşmada, "oğlunuzun diş tedavisi nasıl gidiyor?" sorusuyla, yakın ilgi alaka, dikkat edilme, önemsenme, anlattıklarının dinlenmesi gibi ihtiyaçların basit bir şekilde karşılanması suretiyle kalp kazanılmaya çalışılması.
Profesyonelce... Fazla formal... Fazla samimiyetsiz... Kurgulandığı belli incelikler...
İş hayatında uygulanması kolay ve bilindik taktiklerin, eş-dost arasında ne kadar samimiyetsiz ve bayağı kaçtığından bihaber debelenmeler...

Ama, Allah için "ağırbaşlı"!!! Allah için "hanımefendi"!!! Hal hatır eksik kalmaz, gülümseme gırla, iki dirhem bir çekirdek her daim...
"Ben bildiğiniz gibi değilim" çabaları, hiçbir işe yaramayan, arkasını döndüğünde dedikodusu yapılan, ortamdan uzaklaştığında kendilerini sıkan bedenleri oh be! dedirten, hatır için katlanılan...

O kadar "ağırbaşlı" ki...
Nasıl desem?
Nasıl anlatsam?
Sanki...

Sanki yıllarca, kendi de hali hazırda evliyken, evli sevgilisinin evine neredeyse hergün sessiz telefonlar edip huzur kaçırmaya uğraşmamış...

Sanki küçücük kızının kafasını karıştırıp rahatsız olmasını sağlayacak kadar muhatap etmemiş sevgilisiyle...

Sanki sevgilisinin eşiyle paylaştığı eve elini kolunu sallayarak defalarca girip fantazi yaşamamış...

Sanki evin -maalesef- diğer sahibi olan 'öteki kadın'a mesaj bırakmamış, kullanılmış regl tamponunu uluorta banyoda unutup!!!...

Sanki sevgilisinin karısını canı her istediğinde, kafası her bozulduğunda arayıp orospu, kaltak, kahpe gibi, "salak"tan çok öte kelimeleri sarfetmemiş...

Sanki bir gece çıldırıp, Sulukule camiasının bile dudaklarını uçuklatacak bir bayağılıkla sevgilisini karısına ispiyonlayıp, ağıza alınmayacak küfürler savurup, hiçbir şeyden haberi olmayan kadının hayatını alt üst etmeye çalışmamış...

Sanki işler tüm bunlara rağmen istediği gibi gitmeyince, sevgilisinin karısına yönelttiği küfür boyutlarını "ağıza alınmayacak" mertebesine taşımamış...

Sanki işi gücü bırakıp, işyerini vakitsiz terkedip, onun bunun garsoniyerinde sevgilisiyle ayaküstü düzüşüp, koştur koştur kızını kreşten almaya gitmemiş...

Sanki sevgilisinin evinin önünde arabayla bekleyip, sapık sapık onu ve karısını takip etmemiş...

Sanki, sevgilisinin karısıyla birlikte olduğundan emin olduğu bir zamanda telefon edip porno film sesleri dinletmemiş...

Sanki meydan -memnuniyetle- ona bırakıldığı halde hala içi rahat etmediği için sevgilisinin eski(ttiği) karısını hala arayıp saçma sapan tehditler savurmamış...

Sanki, sanki.... Sankimmmmmm!!!
Kifayetsiz... Kelimeler yetmez bu ağırbaşlılığı tasvire...
Böylesine ağırbaşlı yani.
Böylesine olgun, böylesine hanımefendi...

Velhasıl, herkes kendi yoluna.
Bırakalım, herkes ne kazanıp ne kaybettiğini yıllar geçtikte anlasın.
Zamanla herkes layık olduğu koltuklara oturacak, eminim.

Ama...
AMA...
AMA...

Kimse, o küçücük beyniyle, "Benim hakkımda hırsından ileri geri konuşmuş, ben aslında öyle değilim" havası yaratıp, hatta gücünün yettiği, kıyak ev kredisi verdiği için onu pek seven arkadaşlara ağlayarak beni hiç olmadığım biri gibi gösteremez!
Kimse beni yalancı çıkarmaya çalışamaz.
İnsanlar o kadar aptal değil.
Herkes haddini bilsin.
O, sadece kendi "aptal"ını zehirlemeye devam etsin.
Bana bulaşmasın.
İşim olmaz. Elimi, beynimi, ruhumu kirletemem, bundan daha fazla da mesai harcayamam böyle bir rezillik için.
Benimle kafasını bozduysa, kendi "aptal"ıyla çözsün sorununu.

Yoksa?
Yoksa ben de çok "ağırbaşlı" olurum...

Yani ilgilenmem.
Yani ona buna ağlamam.
Yani oluruna bırakırım herşeyi.
Yani yanlış yapılmasına fırsat veririm, doğruyu bulsunlar diye.
Yani hayatıma devam ederim, mutlu mutlu, iç huzurlu, dış huzurlu...
Kimseye bilerek zarar vermeye çalışmadığım için rahat uyuyarak.
"Ağırbaşlı" yani.
Ağırbaşlı...

Perşembe, Eylül 28, 2006

ÇOK ÜZGÜNÜM

Yaaaaa, işte...
Vakit geliyor yavaş yavaş.

Başka bir boyuttan olan biteni seyrediyorum gibi gelmişti. Sanki yapmam gerekenleri yapıyorum şuursuzca.
O kadar üzgündüm ki, onların varlığı yokluğu umurumda değildi.
Mavi koltuklarım, bulaşık makinam, mavi tül perdelerim...
Evimle vedalaştığımda, onlara bakarken tek düşündüğüm, her birine sahip olmak için harcadığımız emekti, yaşadığımız güzel telaştı.
Koltukların kumaşını seçmek için teptiğimiz sokaklardı.
Gardırobumun çekmecelerini, raflarını tek tek düşünüp, hesaplayıp ve de çizip, mobilyacıya gururla verdiğim kağıttı.
Yatağımızın çok özel olması için karıştırdığım dergilerdi.
Evim için aldığım yarısı sarı, yarısı mor ilk yemek takımlarıydı.
Her zaman gittiğimiz restoranda bize hediye edilen bir çift bira bardağıydı.
Daha küçücük sevgililerken, evlenmek gibi bir düşüncemiz yokken, annemin baskılarıyla 'çeyiz olsun' diye utana sıkıla aldığım renkli renkli nevresim takımlarıydı.
Tekini, o daha öğrenciyken, Eskişehir'de ev tuttuklarında hediye ettiğim bir çift pofuduk yastıktı.
Evim için aldığım ilk süs eşyasıydı, içinde mum yanınca dışarıya yıldızdan gölgeler veren mavi fener...
Parasızlıktan ucuza kaçıp aldığımız kilimlerdi.
Kardeşinin verdiği, kocaman çerçeve içinde kırmızı motorsiklet resmiydi.
Annesinin bana taktığı, kendi ucuz ama değeri yürekten kopup gelen en büyük hediye olduğu için asla ölçülemeyecek zarif saatti.
Eniştemin her seferinde büyük bir heyecanla getirdiği küçük küçük mutfak eşyalarıydı.
İçini doldurmaya debelendiğimiz CD'likti...
İlk VCD'mizi kurmaya çalışırken yaşadığımız telaştı.
Herkese açık yemek masamızda keyifli yemeklerimiz, ailemiz, arkadaşlarımız...
İçki, king, tavla... Yılbaşı şapkası, yılbaşı hindisi... Pazar kahvaltıları...

Eeeee?
Ne kaldı?
Haftaya dağılacak hepsi.
"Yuvanı dağıtma!" diye boşuna söylemiyorlarmış.
Keşke kızgınlığım doruktayken yapsaydım şu işi.
Şimdi geriye sadece iyi anılar kaldı.
Anlamsız sevgim kaldı.
Çok zor be!
Herşey tamamen geçmişte kalacak ve ben artık portakallı İsviçre çikolatalarıyla başbaşa kalacağım...
İstesem deeeee, istemesem de.
Denemek için. Şans vermek için.

Peki, bu şans koltuk kanepe almaya kadar giderse ne olur?
Koltuklarımın rengi beni o kadar ilgilendirir mi artık?????????????????????
Hepsi aynı, hepsi aynı.

NOT: Bir ara, "ağırbaşlı kadınlar"la ilgili bir yazı yazayım.

Salı, Eylül 19, 2006

Basiretim Bağlandı

Yazamıyorum.
Yazıp yazıp siliyorum.
Kuyuya konuşmam lazım.

Perşembe, Eylül 14, 2006

BİTTİ

E, n'oldu şimdi?
Öyle kelimeleri uzata uzata, şımara şımara yazdığım eyyylülllll-taaatillll ikilisinin biri gitti, birinin neredeyse yarısı kaldı...

Hak mı ulan bu?
10 gün tatil kime yetmiş?
"Tatilden dönme" kavramını kim yaratmış?
Niye para kazanmak zorundayız?
Çalışmıyacağııııımmmmm.
Nihilist olacağıııımmmm.

Geçecek, geçecek...
Bu hep oluyor.

Cuma, Eylül 01, 2006

Eylül ve Tatil

Eyylülllll!

Sevdiğim ay.
Geç kalmış tatil.
Yağmur.
Renk.
Hırka.
Doğanın güzellik uykusu.
Seviyorum seni.
Senin bir kısmını arkamda dağlar, önümde denizle başka yerde yaşayacağım.
Taaatillllll!!!!
Eyyylüllll!
Taaatilllll!
Eyyylülllllllllll!

Pazar, Ağustos 27, 2006

YAZIYA HACET YOK..... AMA



E,ben artık daha ne diyeyim ki...
Mesela, şunları diyeyim:

Korkuyorum...
İyi ki çocuğum yok, diyorum artık.
Yeğenlerim için korkuyorum ama.
Nasıl bir hayat yaşayacaklar bundan sonra?
Daha birkaç yıl önce Irak'ta kerli ferli bir işadamıyken, çocukları ve torunlarıyla aynen şu an bizim (bizim: benim ailem) yaşadığımız gibi "normal" (??? başka bir tartışma konusu) bir hayat yaşarken, yani korkusuz, yani tok, yani mutlu, yani kaygısız.... kısa bir süre içinde yok yere (bambaşka bir tartışma konusu) darmadağın olan hayatının hikayesini dinledikten sonra, o dağ gibi adamın ağlamalarını kalbim sıkışarak izleyip, gururunu daha fazla kırmamak için bir de ben ağlamamaya çalışırken, ama başaramazken, uzun zamandır unuttuğum bir gerçeği tekrar hatırladım: Her an, herşey, herkesin başına gelebilir...
Ne yapmak lazım?
Çocukları toplayıp "bakkal amca"lı bir yere gitmek çözmez ki hiçbir şeyi... Sadece daha az hissedersin dünyadaki pis hesapları, devran döner.
İçime sinmese de bu tavır, bari kendimizi kurtaralım...
Duruma ayıkanlar zaten dolduruyor "insan" kalan her yeri yavaş yavaş.
-Kendimce- hesaplarıma göre, 11 yıl sonra büyük şehirde yaşamayacağım.
Bekle beni bakkal amca!!!

Salı, Ağustos 15, 2006

TEMBEL SERPİŞTİRMELER


1- Ekim'de burada bir haftasonu geçirmezsem bana da Koko demesinler... (Diyen kalmadı zaten...)

2- Hani bazen, çok iyi tanıdığınız -zannettiğiniz- birine söylediğiniz bir esprik ağırlıklı cümlenin, tamamen söyleme niyetimizle bir anlaşılmadığını görüp üzülürüz... Üzüldüm ben de. Ben zannettim ki "Evet.. Aynen öyleyim değil mi? Koltuğa gömüldüm mü çıkmam bir daha evden" deyip, o da gülecek. Olmadı. Gülmedi. Üstüne üstlük, beni terbiye etti. Üzüldüm. Ama farkında olmadan başka konuda terbiye etmiş beni yıllar içinde: Cevap vermedim, sustum, iyi yaptım.

3- Geçen pazar yazısında Haşmet Babaoğlu, yıllardır kimseye anlatamadığım derdime tercüman olmuş: "Deniz varken havuza girilir mi?" demiş... Ey yıllardır havuz kenarından toplamaya çalıştığım tanıdık eşrafım! Sakallı biri böyle bir fikir beyan etmiş. Artık bunun doğruluğuna inanınız, beni sinir etmeyiniz... Ha iki kişi bir küvettesiniz, ha tanımadığınız bir sürü kişi havuzdasınız. Havuz pistir, keyifsizdir, Birka çamaşır suyu kokar, havuz suyu ve güneş birleşince aydan parlak, elmadan kırmızı ve acıyan bir cildiniz olur. Akşam yemeğe indiğinizde (yemeğe inmek???) herkes size güler.
Kumlardan korkmayınız, yemezler. İki su görünce nazikçe vücudunuzdan süzülürler.
Denizde yüzmekten korkmayınız. En azından, herhangi bir kulaç eyleminiz, farketmeden kollarınızın altına kıstırdığınız bir insana malolmaz. Birbirinize çarptıktan sonra şapşal bir ifadeyle bakınıp "ay, pardon" demezsiniz. Ferahtır deniz, herkese yer vardır. Seyretmesi güzeldir, yüzmesi güzeldir, balıkları pek güzeldir... Deniz iyi birşeydir. Sağlıktır. Denizde yüzünüz, yüzdürünüz!

4- Tatile gitmeme 10 iş günü ya da 12 gün kaldı. Dipteyim, yoruldum, ihtiyacım var.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

OTUZBEŞİMİN BAHARINDAYIM

İşte geldim otuzbeşime...
Kazık kadar oldum.
Daha dün hesaplarken 2000 yılında kaç yaşımda olacağımı,
ve cevabı bulduğumda "amma da büyük olacağım" dediğimi,
Şimdi 2000 yılındaki küçüklüğüme dönmek istiyorum belki...
İstiyor muyum daha genç olmak?
Geçmişimde, yeniden yaşamak istediğim bir dönem
ya da yeniden hayata başlamak istediğim bir yaş var mı?
....
Yok mu?
Aferim bana!
Silmek istediğim hatıralar?
.....
Var mı?
Ama onlar öylece kalsın, önemli değil.

Hepimiz birgün en sevdiklerimizi kaybedeceğiz.
Ölümün bile güzeli var...

Hepimiz "acı"lar yaşayacağız.
Herkesinki kendine "acı".
Onlar da lazım, büyümek için.

Hiç tanımamış olmayı istediğim biri var mı?
.....
Yok mu?
Tanıdığım herkesin bir faydası oldu bana.
İnsan kısmının şaşırtıcılığını öğrettiler hiç değilse.
Sevdiğim herkesin de beni sevdiğinden eminim.
Boşa gitmedi hiçbir şey...
Yoksa nasıl olurdum otuzbeşimde bu kadar memnun?

Velhasıl,
Otuzbeşimin baharında,
kendimden memnunum.
Sahip olduklarımdan memnunum.
İnsan daha ne ister ki?

(Doğumgünü pastamdan bir dilim daha!!!)

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

HESAPLAR BURADA KESİLMİYOR

Son birkaç gündür, yazılarımın sonunda oldukça eğlenceli yorumlar alıyorum.
Eğleniyorum, çünkü birinin benimle bir hesabı var.
Biri benim bir sayfam olduğunu keşfetmiş.
Biri kuduruyor, aşılı olmasına rağmen.
Biri benden rahatsız oluyor.
Birinin özgüveni dibe vurmuş.
Biri benden korkuyor, eli kolu bağlı olduğu için en cahilce şeyi yapıyor.
Hakaret ediyor.
İsimsiz...
Yemiyor, bir tarafı yemiyor.

Devam etsin.
Ben çok eğleniyorum.
O kadar eminim ki kendimden,
bu yaptıkları beni rahatsız edeceğine,
kıskanılmanın dayanılmaz tatminini yaşatıyor bana.
Sağol yaaaa, sağol!

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

İRTİFA KAZANIYORUM

Bu son yazım olabilir...
Her an buharlaşıp gökyüzüne uçabilir, çocukken bakıp bakıp birşeylere benzetmeye çalıştığım bulutlardan biri haline dönüşebilir, hava şartları elverip de gerekli yoğunluğa ulaşamazsam, yağmur olup tekrar yeryüzüne kavuşamayabilirim.

Çok sıcak ulaaaayyyyynnnn!

Cuma, Ağustos 04, 2006

ZANNEDERSEM ŞİMDİ "TAMAM"

"Dünyada en korkunç şey, bana kalırsa, bir başka adamın yüreğidir. Ne yaparsan yap, adamın yüreğinde olup biteni bilemezsin... Burada senin yanında uzanmışım ya, ne düşündüğünü bilmiyorum işte, ne zaman bildim ki zaten? Senin ardında ne biçim bir hayat var? Onu da bilmiyorum. Sen de beni bilmiyorsun tabii... Belki şu anda seni öldürmek geçiyor içimden, sen tutmuş bana çörek uzatıyorsun, ne düşündüğümü hiç bilmeden... İnsanlar kendilerini de pek tanımıyorlar......"

Ve Durgun Akardı Don
Cephede nöbet tutarken, Mişa, Beşniyok'a söylüyor.

Ben de bilemedim adamın yüreğinde olup bitenleri.
Ama engel mi, benimkileri bilmemesine?
Değilmiş...

Bir akşam, iki kararlı ve gerekli cümle söylemeye gittim yanına. Tamamen maddeyle ilgili. Cümlelerin ne olacağı bile belli değildi, anafikirden başka.
Sonra, ne olduğunu anlamadan, kendimi "Belki de seni hala seviyorum" derken buldum...
Biliyor tilki gibi... Beni konuşturmayı, benim yalan söyleyemeyeceğimi, tek kaşım ve burnum havada hallerine düşmeden sorulanlara saf saf cevap vereceğimi biliyor. "Saf saf", genellikle salaklık hali için kullanılmasına rağmen güzel Türkçe'mizde, burada tamamen anlamını buluyor. "Saf" yani... Katıksız. Direkt.
"Belki de hala seni seviyorum" dedim, evet.
İlginçtir, böyle bir duygu taşıdığımı daha önce düşünmemiştim. Gel-git'ler vardı hep.
Bir anda çıktı ağzımdan.
Pişman mıyım? Utanıyor muyum?
Asla.
Kendimi kötü hissettim mi? Gururum kırıldı mı?
Hayır.
Tersine, kendimle gurur duydum. Vedalaşıp dönerken Amerikan filmlerinin şu meşhur tatmin hareketini yapmak istedim... Hani el yumruk olmuş, tek kol başının yukarısından hızla inerken çaprazındaki bacak aynı anda hızla yukarı atılır, gövde içeri bükülür ve "yesssss!" derler!!!
İçim hafifti. Mutluydum. Sonucunu düşünmeden, cevap beklemeden, gelirse de ne olacağından korkmadan, tedbirsizce söyledim. İçimin yağları eridi...
Bunlar olup biterken o kadar rahat ve güvenliydim ki -anladıysa-, ona demek istedim ki, "Benimle gönül rahatlığıyla uyuma şansın hala var. Ha oldu, istemezsen, benim zaten gönül rahatlığıyla uyuduğum biri var. Seni hala seviyor olmam, başkasını senden daha fazla sevmeyeceğim anlamına gelmiyor. İnsan en çok, onu çok seveni sever..."
Gönül rahatlığıyla uyumak... Akşam kafanı beraberce yastığa koyduğunda, yaptıklarından dolayı huzursuz olmamak. Yanındakinin seni incitmeyeceğinden emin olmak. Seni çok sevdiğini bilmek. Karşılıklı hataları bilmek, ama asla dile getirmemek. Unutmak. Kin beslememek. Önüne bakmak.
Ne güzel!
Ne zaman biteceği belli olmayan hayatımızda, yüreğimizden geçenleri dosdoğru söylememek, bana büyük kayıp geliyor şimdi. Ömrünü "ah keşke bunu bilseydi" lerle geçirmek yerine, "bunu bildiği halde olmadı" gibi bir kesinlik, insanı ferahlatıyormuş. İşte o zaman tamamen önüne bakabiliyormuş...
Düşündüm de, daha fazla ne söyleyebilirdim, diye...
"Gel mavi gözlü bir çocuk yapalım" olur muydu?
Söyleyecek tek cevap var, başkası uygun düşmez:
"Oooohaaaaaa!!!"

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

NE TAMAMI BE, NE TAMAMI?

Tamam mamam değil.
Şimdi yorgunum.
Yarın yazarım birşeyler...

Pazar, Temmuz 09, 2006

TAMAMDIR

Artık zaman doldu...
Hazırım. Hem de gönül rahatlığıyla...
Kucak dolusu açtım kollarımı.
Mutluyum. Huzurluyum. Pişman değilim, asla da olmayacağım.

Bir de..
Bir de, zamanında yapabilecekken yapamadıklarım beni rahatsız etmeye başladı.
Onun da vakti geldi.

Sanki bana büyü yapılmış vakt-i zamanında da, onun hükmü kalmamış gibi.
Yıllaaaar yıllar önce taşıdığım, varlığını kaybetmesine zaman içinde giderek içime gömülerek seyretmekle tanık olduğum ve anlam veremeyerek hep "bana ne oldu?" diye sorduğum, kendimi tanıyamadığım zamanlarımın sona erdiğini muştulayan gücüm geri geldi sanki.
Artık korkmuyorum.
Ne kimseyi kırmaktan, ne de birilerine yaklaşmaktan.
Duvarlarım yıkıldı.
Geçen geceki havai fişek gösterileri de bunun şerefineydi.
Bundan sonrakiler de bana hep bu hayırlı yıkımı hatırlatacak...

Pazartesi, Haziran 26, 2006

EGO MEGO HAK GETİRE

Başka şeyler yazacaktım...
Bir yazdım, bir sildim. Harfler bir soldan sağa çoğaldı, bir sağdan sola azaldı... Utandım yazdıklarımdan. Sonra "yaz be" dedim. Sonra yine utandım. Sadece kendimden utandım. "Yuh be" dedim kendi kendime... "Yuh be!" Yine sildim.
Kendimle ilgili tüm 'zannettiklerim' yıkıldı çünkü. Hayatın gerçekleri şakkk diye yazı halinde gözümün önüne geldi. Rahatsız oldum. Egom hasar gördü. Sarsılmaz dik duruşum (artık şüpheliyim),sonsuz mağrurluğum (çok şüpheliyim) yerle bir oldu. Belki de yıkılması gerekiyordu.
Sıradan bir insanım ben de... Öyle zannettiğim gibi değilim. Ya da olması gerektiği gibi...
Her zaman "vay be, bunun da üstesinden geldi" dediler bana, her ne yaşadımsa hayatım boyunca... O yüzden kimse bana sormadı "bir sıkıntın var mı?" diye... Sordurmadım ki, onların ne suçu var? Eeee, ne geçti elime? Cevap: .........(küfür barındıran bir kısım kelimeler)
Bu duyguyu hisseden yüzlerce binlerce insandan biriyim işte, bu kadar basit.
İnsanoğlunun tüm acizliklerini ben de taşıyorum.
Belki de kendimi kandırıyordum. Belki de artık, böyle yaşamanın bana yarar sağlamadığını anladım. Belki de bunları yazan sefil parmaklarım bile anladı, aptallıktan geberecek kıvama gelmiş ben-lik-im anlamadı...


Ne öğrenmişiz bir kez daha? Büyük konuşmamayı...
Efendim? Büyük konuşmamayı...

Sen misin, "mümkün değil" diyen?
İyi de... Ömür geçiyor.

Cumartesi, Haziran 17, 2006

GÜN OLAAA HARMAN OLAAAA

Evin Sultan'ına söz vermiş bulunmuştum vakt-i zamanında. Bugün büyük temizlik yapılacak(mış)(tı) evde. Unutmuşum, memnunmuşum, hatırlatıvermiş sabah sabah... Gerinirken... Gazetelere dalmışken... Spor üstü sauna planları yaparken... Sonra bir akşamüstü kahvesi kırda bayırda...
Sindrella'nın üvey annesi gibiydi vallahi, canımı çıkardı.
Hiçbir yere çıkamadım. Çakıldım kaldım evde. (Şu zaman itibariyle, tertemiz evde) Şu an tek istediğim şey, beni hamur gibi yoğuracak, cıbıldak ayaklarını sırtımı çiğneye çiğneye gezdirecek biri... Ne kadar kıroyum be! İnsan "Uzak Doğu masajı istiyorum" gibi birşeyler söyler... Sıpa mıpa'dan bahseder...

E, büyük kavgalar da çıktı tabi.
Efendim ben, yapı itibariyle hayatta, evde, gardropta, çekmecede, kafada fazlalığa tahammülü olmayan biriyim.
Genel prosedür şöyle işler, bana kalırsa:
1.Son bir yıldır kullanılmayan herşey, önce ihtiyacı olana verilmeli, kalanlar çöpe gitmelidir.
2.Yenisi alınan herşey önce ihtiyacı olana verilmeli, kalanlar çöpe gitmelidir.

Evin çeşitli yerlerinde çeşitli kutular, vazolar var mesela... Kutuların hepsinin içinde tedavülden çıkmış bozuk paralar, neye ait olduğu bilinmeyen düğmeler, boncuklar, çiviler, paket lastikleri, varlığını unuttuğumuz tokalar... Her bir kutuda ayrı ayrı hem de... Şimdi ben diyorum ki "onları (kutuları da) atalım", Sultan diyor "Olmaz, gün gelir lazım olur"...

Büfenin üzerinde, iki yıl önce alınmış bir tütsülük var... Sultan tütsü yakılınca öksürüyor diye, iki yıldır kullanılmıyor, iki yıldır orada yer işgal ediyor... Bir de şekilsiz ki. Ne yaptım? Gizlice çöpe attım. Bakalım ne zaman farkına varacak? Bence hiçbir zaman.

Yeni tencere takımları alınmış, ama eskileri de onlarla beraber üst üste, kat kat duruyor dolapta. Birini almak için, onun üzerinde konuşlandırılmış diğer dördünü çıkarmak zorundasınız önce. Her seferinde tahammül ötesi tencere gürültüsü, tangır tungur kapaklar yerde. Mesela tenceresi ortadan kaybolmuş, ama anlamsız ve hiçbir tencereye uymayan kapaklar var. Sapı kopmuş cezve, bir tencere kapağının siyah tutacağı... Onlar da duruyor. Birgün lazım olur...

Bizimkisi bir de haftalarca uğraşıp emek verip, ahşap boyama sehpa takımı yaptı. Bir güzel, bir zarif... El emeği. Muhteşem! Eski sehpa takımları n'oldu? Onlar da duruyor... Misafir gelirse kullanılırmış. Birşey ikram edildiğinde onları önlerine koymak rahat oluyormuş... Misafir için yaşıyoruz zaten.

Camların önündeki mermerlerde kinder sürpriz oyuncakları dizili. Gelen misafirlerin çocukları oynarmış...

Şu Sultan bir tatile gitsin, o zaman görecek "büyük temizlik" nasıl olurmuş. Öyle büyük şeyleri ya da çok göz önünde olanları atamıyorum. Mimlendim çünkü. Anneannemden kalan süslü sabunu (sabunluk değil, sadece sabun) atmıştım, mimlendim... Çöpleri kontrol ediyor ben temizliğe giriştiğimde.

Niye böyle oldu bu bizimkisi bilmem ki... Savaş çocuğu sanki. Herşeyi saklıyor. Bu böyle değildi. Yaşlandıkça garipleşti. Yokluk korkusu sardı. Güzel annem, sen hayatında yokluk gördün mü hiç? Allah bundan sonra da göstermesin... Ama bırak, evin çıfıtçı çarşısına dönmesin be güzelim! Her köşeden bir aksesuvar zırtlamasın gözümüzün önüne. Orta masana koyduğun çıfıtlardan sıkılıp yenisini aldığında, diğerleri de onlarla birlikte durmasın orada... At onları, kurtul kalabalıktan! Başkasına "yeni" olur o... Orada o ikisi olmaz. Yorar seni... Bakarken gözlerini, toz alırken kollarını.

Hayat gibi...
Temizlik lazım, zaman zaman da "büyük temizlik".
Son 1 yıldır sana zarardan başka hiçbir şey vermeyen arkadaşlıklar bitmeli...
Yeni bir aşk istediğinde, eskisini incitmeden göndermeli, başkasına "yeni" olsun diye... İkisi bir arada olmaz. Yorar.
Niye gönderilmesin ki? Gün gelir lazım mı olur?

Cuma, Haziran 16, 2006

SESSİZ TELEFON TRAVMASI

Bak şimdi yine sinirliyim...

Sessiz telefonlara -tabii ki özel numara- illlllett oluyorum.
Bütün günümün içine etti tam anlamıyla. Söylesene ulan, her kimsen? Eskiden olsa psikopat bir kadından şüphelenirdim. Ama o da huzura erdiğine göre (huzurdan ne anladığına bağlı. O huzurluysa, ben Mevlana'yla pişti oynuyorum.), kim bu? Kim kim kim... Telefonu kapatsam bir türlü, sessize alsam bir türlü, açsam bir türlü.
N'oluyor şimdi? Ne anlıyorsun eblek eblek tüm akşamını, konuşmayacağın birinin "efendim"ini defalarca duymaya harcayarak? Buyur, eve geldim, kapattım telefonu. Ne halin varsa gör. Parmaklarına kramp girer, gözlerin şaşı kalır, ömrün boyu sesin çıkamaz inşallah!
Bu sessiz telefonların sesini duyurmaktan aciz sahipleri ne demek istiyor sessizce? "Ben buradayım." "Ne yaptığını merak ediyorum." "Ben mutsuzum, bari rahatsız edeyim de en azından tadın/ız kaçsın." Başarıyor da şerefsizler...
Bir dönem, ben evimin kadınıyken!! ve evimin direğiyle!! mutlu mutlu!! yaşarken, eve sürekli sessiz telefonlar geliyordu. Her gün... Her akşam... Denli densiz zamanlarda.
O kadar sinir bozucu birşey ki bu, yaşamayan anlamaz. Yaşamayan, benim bu sessiz telefon paniğime anlam veremez. Bu benim için, tekrar yaşamak istemediğim zamanların, hatırlamak istemediğim mutsuzlukların, etrafımda dönen pislik oyunların, sahtekarlığın başlangıç düdüğü. Sanki bu sessiz telefonların defalarcasının ardından, bir gece sessiz telefon sese gelecek ve bana şunları diyecek:
"Senin kocan bana asılıyoduuuuu....
Altı yıldır ilişkimiz vaaaar.....
Salaaaaksın kızım sennn.....
Ben evinize girdiiiim...
Ben yatağınıza girdiiiim....
Seni sevmiyoooo...
Peşimi bırakmıyoooo...."

Evet, evet... Ben bir gece bunları duydum.

Türkçe meali:
Ben zor durumdayım.
Kocan senden ayrılmıyor, ayrıca salağın da teki.
İş bana düştü.
Ne yaptımsa olmadı, salak kocan sana birşey söyleyemedi.
Sonunda şarkülüm kaydı, ayarlarım bozuldu.
Ayrıca çirkefim, aynı zamanda onursuz ve arsız...
Şu bombayı bir patlatayım da, salak kocan nasıl olsa maymun gibi beni affeder.


Koko meali:
Bunlara ne gerek vardı gerzekler?
Söyleseydi, yıllarca acı çekmezdiniz büyük aşkınız için.
Söylerdi, biterdi.
Şimdi olduğu gibi.
Ama ben, şimdi olduğu gibi bittiğinde, aynı ben olmazdım.
Ne gerek vardı beni yaralamaya?
Ne gerek vardı üzerime oyunlar oynamaya?
Söylerdi, biterdi.
Ben yoluma devam ederdim, şimdi olduğu gibi.
Mutluluğu -şimdi değil de- yıllar önce yakalardım.
Ne gerek vardı zamanımı yiyip bitirmenize?
Söylerdi, biterdi, anlardım.
Anlamayacak insan mıydım?
"İlişkilerde zorla sevgi olmaz, ölümüne dürüstlük olur" diyen kimdi defalarca?
Hayatım boyunca kimsenin sevgisine, varlığına muhtaç olmadım.
Ne zannettiniz kendinizi?
Adam gibi söylerdi, anlardım, biterdi.
Adam gibi söylenmedi, adam gibi bitirdim.
Alnımda "Gerizekalı bir erkek kullanılarak, kadınsal egolar tatmin edilir, bedava" mı yazıyor?
Ne gerek vardı hala aklımdan çıkamayan bu kefaşe cümleleri duymama?
Ne gerek vardı, bana hayatımın her sessiz telefonunda travma yaşatmaya?

Psikolog meali:
Hayatın içinde herşey var.
İnsanların mayasında iyilik kadar kötülük de var. Kiminde az, kiminde çok...
İlişkide bulunduğun insanları kendin gibi bilirsen, büyük hayal kırıklıkları ve travmalar yaşarsın.
İnsanlardan herşeyi bekle...
Ama hayatını bu şüpheyle yönlendirme.
Öyle bir dimdik dur ki, kendini manevi anlamda öyle bir donat ki, başına ne gelirse gelsin kopan onca fırtınadan sonra ortalık durulduğunda arda kalan tek şey, özgüvenin olsun.
Özgüven beraberinde neyi getirir?
Özeleştiriyi... Kendini tanımayı... İnsan cinsini fazla sallamamayı... Hayata bağlanmayı... Değerinin farkına varmayı... Fırtınanın yıkımlarını zamanla unutmayı. Anahtar kelime neymiş?
Zamanla unutmak...

Zaman geçiyor, ben unutuyorum.
Sessiz telefonları "bir hayranım" diye şımarıklıkla karşılayacağım zamanlar çok yakın.
Hissediyorum.