Pazartesi, Haziran 26, 2006

EGO MEGO HAK GETİRE

Başka şeyler yazacaktım...
Bir yazdım, bir sildim. Harfler bir soldan sağa çoğaldı, bir sağdan sola azaldı... Utandım yazdıklarımdan. Sonra "yaz be" dedim. Sonra yine utandım. Sadece kendimden utandım. "Yuh be" dedim kendi kendime... "Yuh be!" Yine sildim.
Kendimle ilgili tüm 'zannettiklerim' yıkıldı çünkü. Hayatın gerçekleri şakkk diye yazı halinde gözümün önüne geldi. Rahatsız oldum. Egom hasar gördü. Sarsılmaz dik duruşum (artık şüpheliyim),sonsuz mağrurluğum (çok şüpheliyim) yerle bir oldu. Belki de yıkılması gerekiyordu.
Sıradan bir insanım ben de... Öyle zannettiğim gibi değilim. Ya da olması gerektiği gibi...
Her zaman "vay be, bunun da üstesinden geldi" dediler bana, her ne yaşadımsa hayatım boyunca... O yüzden kimse bana sormadı "bir sıkıntın var mı?" diye... Sordurmadım ki, onların ne suçu var? Eeee, ne geçti elime? Cevap: .........(küfür barındıran bir kısım kelimeler)
Bu duyguyu hisseden yüzlerce binlerce insandan biriyim işte, bu kadar basit.
İnsanoğlunun tüm acizliklerini ben de taşıyorum.
Belki de kendimi kandırıyordum. Belki de artık, böyle yaşamanın bana yarar sağlamadığını anladım. Belki de bunları yazan sefil parmaklarım bile anladı, aptallıktan geberecek kıvama gelmiş ben-lik-im anlamadı...


Ne öğrenmişiz bir kez daha? Büyük konuşmamayı...
Efendim? Büyük konuşmamayı...

Sen misin, "mümkün değil" diyen?
İyi de... Ömür geçiyor.

Cumartesi, Haziran 17, 2006

GÜN OLAAA HARMAN OLAAAA

Evin Sultan'ına söz vermiş bulunmuştum vakt-i zamanında. Bugün büyük temizlik yapılacak(mış)(tı) evde. Unutmuşum, memnunmuşum, hatırlatıvermiş sabah sabah... Gerinirken... Gazetelere dalmışken... Spor üstü sauna planları yaparken... Sonra bir akşamüstü kahvesi kırda bayırda...
Sindrella'nın üvey annesi gibiydi vallahi, canımı çıkardı.
Hiçbir yere çıkamadım. Çakıldım kaldım evde. (Şu zaman itibariyle, tertemiz evde) Şu an tek istediğim şey, beni hamur gibi yoğuracak, cıbıldak ayaklarını sırtımı çiğneye çiğneye gezdirecek biri... Ne kadar kıroyum be! İnsan "Uzak Doğu masajı istiyorum" gibi birşeyler söyler... Sıpa mıpa'dan bahseder...

E, büyük kavgalar da çıktı tabi.
Efendim ben, yapı itibariyle hayatta, evde, gardropta, çekmecede, kafada fazlalığa tahammülü olmayan biriyim.
Genel prosedür şöyle işler, bana kalırsa:
1.Son bir yıldır kullanılmayan herşey, önce ihtiyacı olana verilmeli, kalanlar çöpe gitmelidir.
2.Yenisi alınan herşey önce ihtiyacı olana verilmeli, kalanlar çöpe gitmelidir.

Evin çeşitli yerlerinde çeşitli kutular, vazolar var mesela... Kutuların hepsinin içinde tedavülden çıkmış bozuk paralar, neye ait olduğu bilinmeyen düğmeler, boncuklar, çiviler, paket lastikleri, varlığını unuttuğumuz tokalar... Her bir kutuda ayrı ayrı hem de... Şimdi ben diyorum ki "onları (kutuları da) atalım", Sultan diyor "Olmaz, gün gelir lazım olur"...

Büfenin üzerinde, iki yıl önce alınmış bir tütsülük var... Sultan tütsü yakılınca öksürüyor diye, iki yıldır kullanılmıyor, iki yıldır orada yer işgal ediyor... Bir de şekilsiz ki. Ne yaptım? Gizlice çöpe attım. Bakalım ne zaman farkına varacak? Bence hiçbir zaman.

Yeni tencere takımları alınmış, ama eskileri de onlarla beraber üst üste, kat kat duruyor dolapta. Birini almak için, onun üzerinde konuşlandırılmış diğer dördünü çıkarmak zorundasınız önce. Her seferinde tahammül ötesi tencere gürültüsü, tangır tungur kapaklar yerde. Mesela tenceresi ortadan kaybolmuş, ama anlamsız ve hiçbir tencereye uymayan kapaklar var. Sapı kopmuş cezve, bir tencere kapağının siyah tutacağı... Onlar da duruyor. Birgün lazım olur...

Bizimkisi bir de haftalarca uğraşıp emek verip, ahşap boyama sehpa takımı yaptı. Bir güzel, bir zarif... El emeği. Muhteşem! Eski sehpa takımları n'oldu? Onlar da duruyor... Misafir gelirse kullanılırmış. Birşey ikram edildiğinde onları önlerine koymak rahat oluyormuş... Misafir için yaşıyoruz zaten.

Camların önündeki mermerlerde kinder sürpriz oyuncakları dizili. Gelen misafirlerin çocukları oynarmış...

Şu Sultan bir tatile gitsin, o zaman görecek "büyük temizlik" nasıl olurmuş. Öyle büyük şeyleri ya da çok göz önünde olanları atamıyorum. Mimlendim çünkü. Anneannemden kalan süslü sabunu (sabunluk değil, sadece sabun) atmıştım, mimlendim... Çöpleri kontrol ediyor ben temizliğe giriştiğimde.

Niye böyle oldu bu bizimkisi bilmem ki... Savaş çocuğu sanki. Herşeyi saklıyor. Bu böyle değildi. Yaşlandıkça garipleşti. Yokluk korkusu sardı. Güzel annem, sen hayatında yokluk gördün mü hiç? Allah bundan sonra da göstermesin... Ama bırak, evin çıfıtçı çarşısına dönmesin be güzelim! Her köşeden bir aksesuvar zırtlamasın gözümüzün önüne. Orta masana koyduğun çıfıtlardan sıkılıp yenisini aldığında, diğerleri de onlarla birlikte durmasın orada... At onları, kurtul kalabalıktan! Başkasına "yeni" olur o... Orada o ikisi olmaz. Yorar seni... Bakarken gözlerini, toz alırken kollarını.

Hayat gibi...
Temizlik lazım, zaman zaman da "büyük temizlik".
Son 1 yıldır sana zarardan başka hiçbir şey vermeyen arkadaşlıklar bitmeli...
Yeni bir aşk istediğinde, eskisini incitmeden göndermeli, başkasına "yeni" olsun diye... İkisi bir arada olmaz. Yorar.
Niye gönderilmesin ki? Gün gelir lazım mı olur?

Cuma, Haziran 16, 2006

SESSİZ TELEFON TRAVMASI

Bak şimdi yine sinirliyim...

Sessiz telefonlara -tabii ki özel numara- illlllett oluyorum.
Bütün günümün içine etti tam anlamıyla. Söylesene ulan, her kimsen? Eskiden olsa psikopat bir kadından şüphelenirdim. Ama o da huzura erdiğine göre (huzurdan ne anladığına bağlı. O huzurluysa, ben Mevlana'yla pişti oynuyorum.), kim bu? Kim kim kim... Telefonu kapatsam bir türlü, sessize alsam bir türlü, açsam bir türlü.
N'oluyor şimdi? Ne anlıyorsun eblek eblek tüm akşamını, konuşmayacağın birinin "efendim"ini defalarca duymaya harcayarak? Buyur, eve geldim, kapattım telefonu. Ne halin varsa gör. Parmaklarına kramp girer, gözlerin şaşı kalır, ömrün boyu sesin çıkamaz inşallah!
Bu sessiz telefonların sesini duyurmaktan aciz sahipleri ne demek istiyor sessizce? "Ben buradayım." "Ne yaptığını merak ediyorum." "Ben mutsuzum, bari rahatsız edeyim de en azından tadın/ız kaçsın." Başarıyor da şerefsizler...
Bir dönem, ben evimin kadınıyken!! ve evimin direğiyle!! mutlu mutlu!! yaşarken, eve sürekli sessiz telefonlar geliyordu. Her gün... Her akşam... Denli densiz zamanlarda.
O kadar sinir bozucu birşey ki bu, yaşamayan anlamaz. Yaşamayan, benim bu sessiz telefon paniğime anlam veremez. Bu benim için, tekrar yaşamak istemediğim zamanların, hatırlamak istemediğim mutsuzlukların, etrafımda dönen pislik oyunların, sahtekarlığın başlangıç düdüğü. Sanki bu sessiz telefonların defalarcasının ardından, bir gece sessiz telefon sese gelecek ve bana şunları diyecek:
"Senin kocan bana asılıyoduuuuu....
Altı yıldır ilişkimiz vaaaar.....
Salaaaaksın kızım sennn.....
Ben evinize girdiiiim...
Ben yatağınıza girdiiiim....
Seni sevmiyoooo...
Peşimi bırakmıyoooo...."

Evet, evet... Ben bir gece bunları duydum.

Türkçe meali:
Ben zor durumdayım.
Kocan senden ayrılmıyor, ayrıca salağın da teki.
İş bana düştü.
Ne yaptımsa olmadı, salak kocan sana birşey söyleyemedi.
Sonunda şarkülüm kaydı, ayarlarım bozuldu.
Ayrıca çirkefim, aynı zamanda onursuz ve arsız...
Şu bombayı bir patlatayım da, salak kocan nasıl olsa maymun gibi beni affeder.


Koko meali:
Bunlara ne gerek vardı gerzekler?
Söyleseydi, yıllarca acı çekmezdiniz büyük aşkınız için.
Söylerdi, biterdi.
Şimdi olduğu gibi.
Ama ben, şimdi olduğu gibi bittiğinde, aynı ben olmazdım.
Ne gerek vardı beni yaralamaya?
Ne gerek vardı üzerime oyunlar oynamaya?
Söylerdi, biterdi.
Ben yoluma devam ederdim, şimdi olduğu gibi.
Mutluluğu -şimdi değil de- yıllar önce yakalardım.
Ne gerek vardı zamanımı yiyip bitirmenize?
Söylerdi, biterdi, anlardım.
Anlamayacak insan mıydım?
"İlişkilerde zorla sevgi olmaz, ölümüne dürüstlük olur" diyen kimdi defalarca?
Hayatım boyunca kimsenin sevgisine, varlığına muhtaç olmadım.
Ne zannettiniz kendinizi?
Adam gibi söylerdi, anlardım, biterdi.
Adam gibi söylenmedi, adam gibi bitirdim.
Alnımda "Gerizekalı bir erkek kullanılarak, kadınsal egolar tatmin edilir, bedava" mı yazıyor?
Ne gerek vardı hala aklımdan çıkamayan bu kefaşe cümleleri duymama?
Ne gerek vardı, bana hayatımın her sessiz telefonunda travma yaşatmaya?

Psikolog meali:
Hayatın içinde herşey var.
İnsanların mayasında iyilik kadar kötülük de var. Kiminde az, kiminde çok...
İlişkide bulunduğun insanları kendin gibi bilirsen, büyük hayal kırıklıkları ve travmalar yaşarsın.
İnsanlardan herşeyi bekle...
Ama hayatını bu şüpheyle yönlendirme.
Öyle bir dimdik dur ki, kendini manevi anlamda öyle bir donat ki, başına ne gelirse gelsin kopan onca fırtınadan sonra ortalık durulduğunda arda kalan tek şey, özgüvenin olsun.
Özgüven beraberinde neyi getirir?
Özeleştiriyi... Kendini tanımayı... İnsan cinsini fazla sallamamayı... Hayata bağlanmayı... Değerinin farkına varmayı... Fırtınanın yıkımlarını zamanla unutmayı. Anahtar kelime neymiş?
Zamanla unutmak...

Zaman geçiyor, ben unutuyorum.
Sessiz telefonları "bir hayranım" diye şımarıklıkla karşılayacağım zamanlar çok yakın.
Hissediyorum.

Çarşamba, Haziran 14, 2006

KIVRANIYORUM

Sigara mı, göbek mi?
Sigara mı, koca popo mu?
Sigara mı, tombul kollar mı?
Sigara mı, yemek mi?

Sigara mı daha zararlı vücuda, fazla kilo mu?
Sigara mı daha zararlı bünyeye, sigara içmemenin yarattığı -bendeki- abartılı asabiyet mi?
Etrafımıza sigara içerken mi daha çok zarar veriyoruz, sigara içmediğimiz için sinirli olduğumuzda mı?

Bu akşam da içmeyim, peki.
Ben yürüyüşe gidiyorum.
Hayır, bir sigara alıp geleceğim.
Hayır, sadece yürüyüp geleceğim. Yerde yarılanmış bir izmarit bulurum belki!

Salı, Haziran 13, 2006

İĞĞĞRENCİM!

Ankamall'daydım bu akşam. Mecburen. Ricaen.
Genişşşşş... Derinnn....Nereye yürüyeceğimi şaşırıyorum. Sürekli yanımdakini kolaçan ediyorum. Neredeyse iple kendimi bağlayacağım ona. Benim kaybolma hikayelerim meşhurdur... Bir kaybolursam, tamam. Cep telefonuyla arasam, bulunduğum yeri tarif edebileceğimden şüpheliyim. İşin yoksa otoparkın girişine yürü... En kesin yer. Orada ondan bir tane daha yok! O yüzlerce metrekarelik alanın varlığı içimi daraltarak tezat oluşturuyor. Bir sürü şaşkın insan oradan oraya koşuşturup duruyor... Eller kollar poşet dolu.Durmadan tüketiyorlar. Bir yandan da, birbirlerine bakıyorlar. Zaman zaman, ellerinde en fazla poşet taşıyanların en havalı kırıtmalarına tanık olunuyor. Yemek için ayrılan kata daha bir güvenle yürüyerek arz-ı endam ediyorlar. Topukları şu marşa tempo tutuyor: en-çok-pa-ra-yı-ben-bas-tım! Yedikleri yemekten nasıl keyif aldıkları anlaşılmıyor. O uğultuda nasıl yemek yenir ki? Yemek sadece karın doyurmak için mi yenir hayvanlar gibi? Huzurla oturulur masaya. Sohbet edilir. Damak keyiflendirilir. Öyle olmaz ki! Her yer insan gürültüsü... Uğultu, uğultu. Bir de gezmeye gelenler var. Bu kadar salaklık olur mu be! Dışarıda püfür püfür hava varken gezmek için oraya mı gelinir? Mel mel vitrinlere bakınıyorlar. Tööbe töööbeee...

Soru: Yukarıda anlatılan insan tipolojisi aşağıdakilerden hangisini tüketmektedir?
a)Parayı
b)Zamanı
c)İçlerini
d)Birbirlerini
e)Hepsi

Soru: Aynı insan tipolojisi aşağıdakilerden hangisini kaçırmaktadır?
a)Sokaktaki hayatı
b)Özgün olabilmeyi
c)Yaşam keyfini
d)Kendisi gibi hayatı, tüketmeyen insanları
e)Hepsi

Böyle şeylere niye takıyorum, onu da bilmiyorum. Bana ne ki? Üzerime vazife sanki. Hem benim orada ne işim vardı ki? Bilmiyor muyum ki, oralardan her dönüşümde başım ağrıyor, üzerime ağırlık çöküyor?
Gülesim geldi kendime. Şey gibi hissettim: Hani lüks bir restoranın bahçesinde yemek yiyen insanları dışarıdan seyrederek iç geçiren az paralı bir grup vardır: "Buralar bize göre değil la! Zenginler için..." diyen... Hani zenginlere için için kızan... Daha da abartıp zenginlerin arabalarını filan çizen...
Çok şükür, hiçbir zaman hiçbir şeyde aklım kalmadı...Benim -yine üzerime ne vazifeyse- derdim o değil ki... Bu şuursuzluk midemi bulandırıyor.

Bana ne ki?
Ben yine güzel yerlerde yemek yemeğe devam edeceğim, ama orası yemekleri iyi olduğu için "güzel" olacak veya bahçesi huzur verdiği için "güzel" olacak veya garsonu sevimli olduğu için "güzel" olacak veya beraberimdekiler keyif verdiği için "güzel" olacak veya kokoreçin baharatlarını tam kıvamında koyduğu için "güzel" olacak veya çikolatalı sufleyi nutella tadında, yumurta kokmayan bir pofudak yapabildiği için "güzel" olacak.

Ben yine alış veriş yapmaya devam edeceğim, ama -mesela- Tunalı'da keyifle vitrinlere baka baka... Pazarlık yapa yapa... Tezgahtarlarla konuşa konuşa... Askıdakilere bakarken peşimden ayrılmayıp "yardımcı olabilir miyim" diyen cinslerine "tek başıma bakmak istiyorum, beğendiğim birşey olursa yardım isterim" diye diye...Ellerim yine poşetlerle dolu olacak, ama molayı Kuğulu Park'ta vereceğim, insanları seyrederek, simit yiyerek. Belki de süt mısır... Belki de eteğimi pazardan, ceketimi Beymen'den, kotumu exporttan alacağım, yeter ki BENİM içime sinsin. Tokalarımı işyerimin oradaki köprünün altında tezgah açan amcadan seçeceğim, kolyelerimi Beypazarı'ndan...
Acaba benim bu durumum da onların midesini bulandırıyor mudur?
İğğğrençsiiiin! İşportacıdan toka ha?

BIRAKINIZ SADECE YAZAYIM

Köpek oğlumun resmini koymam istenmiş...
Koyamam, kusura bakmasın, beni de anlasın.
Şurada rahat rahat yazınıp çizinirken birileri yazdıklarımla oğlumun resmini hemen bağdaştırıp, CIA görevlisi edasıyla sakladığım kimliğimi öğrenecek gibi geliyor... Öyle olmasa ona "köpek oğlum" der miydim mesela? Adı var onun adı!
E, kim olduğum ortaya çıkınca ne olacak? Gereksizin biri, diğer bir gereksize diyecek ki, "şu bizimkinin bloğu var, aç oku" o da başka gereksizlere söyleyecek... Derkeeeen, benim bütün tadım kaçacak... Yazamayacağım hiçbir şey... Kontrollü olacağım. Yazdıklarım birinin kalbini kırar mı diye düşüneceğim. Utandığım duygularımı yazamayacağım. Yüksek sesle kendime bile söylemeye çekindiklerim olmayacak burada.
Boşver, olmasın burada oğlumun resmi... Onu çok sevdiğim ve hayatımın vazgeçilmezlerinden olduğu bilinsin. Okuyan da farzetsin ki, hiç tanımadığı birinin konuşmalarını yan odadan dinliyor, o kadar... Bu kadarı rahatsız etmez beni. Kendimi kimseye anlatmıyorum burada... Öyle bir derdim yok. Hayatımı ifşa etmek olsaydı derdim, fotoğrafların onlarca düzinesi olurdu burada. Belki de yalanların onlarcası... "Lay lay looom! Bakınız ne kadar mutluyum. Bakınız ne güzel bir köpeğim var. Bakınız ne çok arkadaşım var. Bakınız ne kadar eğleniyorum. Bakınız ve çatlayınız..."
Bu platformu egosunu tatmin etmek için kullanan o kadar çok hayalperest depresif var ki...
Bırakınız, ben yazayım, okumak isteyen okusun... O kadar.

Pazartesi, Haziran 12, 2006

PİS PİSİ OTU

Yorgunum.
20 kiloluk köpek oğlumu kucağımda 5 kat yukarı çıkardım. Uyuşturucu yapıldı. Normal köpeklere verilenin 3 katı zerkedildi damara, anca uyuştu bizim dana. Gördüğüm en komik köpekti. Gözler şaşı, dil dışarıda aşağıya iki metre sarkmış, bacaklar yeni doğmuş kuzu gibi kenardan kenardan kayıyor, titriyor. Canım benim. Üzüldüm de çok...
Şu pisi otunun bu kadar problem yaratacağını düşünmezdim... Kulakta nasıl ilerlemiş öyle. Az kalsın tek kulağı duymayacakmış. Zarı milimle sıyırmış. Bir pisi otu kepazesi de ayak tabanından girmiş, yukarı doğru yürümeye başlamış... Hazır bayılmışken onu da kurtardı kahraman veterinerimiz...
Şu an hiç hali yok yürümeye ama, evin içinde yine de ben nereye gitsem pıt pıt peşimden gelmeye çalışıyor titreye titreye... İnsan bunu sevmez de ne yapar? Ağlayacağım neredeyse şu haline. (Belki de ağlamışımdır...)
Sahi, -çok şükür- uzun zamandır ağlamıyorum. Ben deyim 1 yıl, onlar desin daha da fazla... Şöyle hönkür hıçkırık... Bağıra bağıra... Böğüre böğüre...
Aman ağlamayayım... Kimse ağlatmasın artık.
Onun yerine yeni stil gülme sesleri gelişti bende... Gevrek, morartan, nefes aldırmayan, kesik, gürültülü, ardından "hiiiii" dediğim...
Hep güleyim.
Hep gülmek isteyim.
Etrafımda hep yüzümü güldürenler olsun.

Pazar, Haziran 04, 2006

HAZİRAN GİRİZGAHI

Haziran 1/
Sıcak
Yapış yapış
Güne akşam 8'de başlamak istiyorum.

Haziran 2/
Yarın benim için çok önemli.
Hayatımın konuşmasını yapacağım.

Haziran 3/
Şımarıklık yaptım.
Kendime bir sürü güzel kokulu banyo malzemesi aldım. Zaaf... Tutamıyorum kendimi.
Bir de zilli bir elbise... Bir de ayakkabı... Bir de çanta...Yarın bana şans getirecekler.

Haziran 4/
Hala hesap kitap bilmiyorum.. Bazen işe yarıyor. Bugün, gelen ekstreleri bir zahmet ve de nihayet incelediğimde, son dört aydır kredi kartıma borcum olmadığı halde ödeme yaptığımı farkettim. Bu salaklığımı, kendime birşeyler alarak cezalandırdım. Oh olsun! Bir daha yapmam artık!!!

Haziran 5/
Köpek oğlumu çok özledim. İki gündür görmüyorum. Evin kapısını çaldığımda ya da anahtarla girerken, kapı açıldığında sanki fik fik kuyruğuyla üzerime atlayıp sevincinden oramı buramı çekiştirmeye başlayacak gibi geliyor. Evden 10 dakika bile ayrılsam, eve her girişimde aynı tören yaşanıyor...
Aslında hayatımda çok şey değişti. Büyük kayıplar yaşadım, kimi yorumlara göre. Ama benim için başedemediğim, yerine başka şey koyamadığım tek kayıp, köpek oğlum. Onun yeri bambaşka. Her şeyden ötede. Aramızda aşk var. Bunu kimsenin anlaması mümkün değil.
Neden üzerine titrediğim, emek verdiğim her şey benden uzakta kalıyor?
N'olur Allah'ım, n'olur! Köpek oğlum, ben ve bir ev...

Haziran 6/
Sakarlığım boyut değiştirip, "büyük talihsizlik"le evlendi. Bugün tam 4 kere dizimin aynı yerini aynı yere vurdum. Bununla da kalmadı, kapşonlu tişörtümün yakasındaki hani şu kapşonu sıkıştırmak için geçirilmiş, kalın ve ucuna ip kaçmasın diye plastikimsi klipsler geçirilmiş aptal sicimin sol yakadan sarkanını, ayakkabılarımı bağlarken eğildiğimde sündürerek parmaklarımın arasına sıkıştırmışım ve ellerimle işim bittiğinde hızla parmaklarımdan kurtulup sol gözüme çaktı. Gözüm hala kıpkırmızı ve halen sulanıyor... Hayır, hayır... Sakarlık değil, salaklık hiç değil... Kötü şans.

Haziran 7/
Bugün neredeyse 20 yıl sonra ilk kez basketbol oynadım. Yok yok... Yaşlanmışım. Ama çok zevkliydi. Neyse ki -yine- işi şımarıklıkla kurtardım. Hem benim basketlerim 2 puan sayıldı, hem de gerekli durumlarda kucaklanarak potaya yaklaştırıldım. Şu an ciddi ciddi kıçım ağrısa da, önümüzdeki günlerde oynamaya devam edeceğim.

Haziran 7/
İçim ferah, kalbim huzurlu. Mutluyum genel olarak.