Cuma, Nisan 28, 2006
BALLI BALIM BEBEK
Mutlu, dingin, sevgiden çakmak çakmak, gururlu, umutlu bir çift göz... Canım arkadaşımın canım bebeğine baktığı gözleri...
Uzun zamandır sevinçten hüngür hüngür ağlamamıştım.
Çok sevdiğim birinin çok hakettiği birşeye kavuşması...
Çok istediği bir bebeğe, çok sevdiği adamın bebeğine sahip olması...
Aşk bebeği.
Bal bebek, Balım Bebek!
Şanslı bebek...
Kimse ailesini seçemiyor güzel bebek... Öyle bir ana-babaya düştün ki, öyle şanslısın ki...
Şansın ömrün boyunca devam etsin...
Allah karşına hep iyi insanları çıkarsın.
Karşına çıkan herkes, sana hakettiğin değeri versin.
Bugün henüz yumuk yumuk olan güzel gözlerin, hayata, hep annenin sana baktığı gibi baksın.
Hayat, adının hakkını sana versin.
Bal gibi bir ömrün olsun.
Salı, Nisan 25, 2006
EVÖDEVİ
Cumartesi, Nisan 22, 2006
"SİLMEZ GİBİSİN"
Gittim MFÖ-Agu'yu aldım.
"Silmez Gibisin"i dinledim,
Daha da dağıldım...
Ben... hala....
Bu da mı başıma gelecekti?
Hani sonsuz mağrurluk?
Aptal mıyım, neyim?
Etkilendim işte.
Gözleri hala çok güzel.
Onlardaki masumluk olmasa, şeytan olduğundan şüphem kalmayacak.
Aptal mıyım neyim?
Evet, öyleyim.
Ripiiiiit aftır miiiii:
Koko is a stupid woman.
Ripiiiit egeyn...
Koko is a stupid woman.
Aferin, haftaya bu konuda bir kompozisyon yazıp gelin.
Çarşamba, Nisan 19, 2006
SİNİRLERİMİ ALDIRDIM
-Vermiyom!
-Ya neden ya?
-Vermiyom işte! Kolaysa al.
-Ben topladım o dutları, ben dağıtırım herkese.
-Bu bahçe bizim, dut ağacı da bizim. Vermiyom işte!
-Burası sizin bahçeniz değil bi kere... Apartmanın bahçesi. Dutları koyduğumuz tabak da bizim! Dutları da ben topladım o koca ağaçtan! Bak, kolum bile kanıyor. Ağaçtan inerken dallara sürtündüm.-Vermiyom, vermiyom, vermiyom da vermiyom!
-(Elime küçük, kör bir meyve bıçağı alıp havada sallamaya başladım) Veriyor musun?
-Vermiyom!
-Ver!
-Vermiyom!
-Saplarım!
-Vermiyom!
-Yaparım valla!
-Vermiyom!
-Ver ulan!
-Vermiyom!
-Al o zaman!
Bıçak, Mustafa'nın kabak kafasında asılı kaldı ucundan. Ben de kırıta kırıta eve yürümeye başladım hızla.
Arkamda şu sesleri duyuyordum:
Mustafa: Anam anam anaaaaaağğğğğmmmmm!
Kınalı Ayşe(Mustafa'nın annesi): Vay baba dutmayasıca seniiiiiii! Vay dürzüüüüüüüüüüü! Vay başıma gelenleeeerrrrr!
Gerisini duymadım, çoktan eve varmıştım. Annem kapıyı açtı, "piknik n'oldu" dedi, "sıkıldım" dedim. Oyuncaklarımı çıkardım, sakin sakin oynayarak felaketi beklemeye başladım. Kısa süre sonra kapı çaldı. Mustafa ve Kınalı Ayşe geldi. Ayşe söyleniyor, Mustafa ağlıyor... Gürültüden bütün apartman sakinlerinin kapıları birer birer açılmaya başladı. Annem şaşkın... İçeri aldı onları, anlayacağını anladı, üzerini değiştirip bana tek kelime etmeden kapıyı çarpıp çıktı. Eczaneye pansuman yaptırmaya...
Eve döndüğünde dehşetle bana bakıyordu. Yanında kafası sarılı gazi ve annesi... Uzun bir ikna ve zorlamayla Mustafa'dan özür diledim, gittiler. Ne ceza aldığımı hatırlamıyorum, sağlam birşeydi herhalde. Zaten Mustafa'dan özür dilemek yeterince küçük düşürmüştü beni.
Bu nasıl birşey? Serinkanlı katiller gibi adam bıçakla, arkana bile bakmadan suç mahallini terket, hiçbir şey olmamış gibi oyun oynamaya başla... Olacak iş değil, ama olmuş işte... Durumu şöyle etraflıca düşündüğümde, yaptığım işin ne kadar korkunç olduğunu anlıyorum. Ya bıçak sivri uçlu ve keskin olsaydı? Ya kolları kuvvetli bir çocuk olsaydım? Saygıdeğer avukat bey ve zarif eşlerinin küçük canavar kızları ıslahevinde...
-İlk suçunuzu ne zaman işlediniz?
-Altı yaşımda adam bıçakladım abi...
-Eyvallah, abi. Saygılar...
Özellikle kadın kısmısı, sevimli ve acar görünmek istediklerinde "Ben çocukken çok yaramazmışım, ele avuca sığmazmışım, erkekleri bile dövermişim" gibi beyanlarda bulunurlar. Ben de şunu söyleyebilirim: "Ben çocukken çok yaramazmışım, kapıcımızın oğlunu bıçaklamışım. Ne sevimliyim değil mi???
Bırrrr! İçim soğudu.
Aslında bunları, şu bağlamayı yapmak için anlattım: Ben çocukken çok sinirliydim. Öyle böyle değil. Bana en çok şu soruyu sorduklarını hatırlıyorum: "Niye celallendin yine?"
Homur homur gezinirdim ortalıkta. En çok da -kendimce- bana haksızlık yapıldığını, hakkımın yendiğini, verdiğim emeklerin takdir görmediğini hissettiğim zamanlarda... Ablamı ezmeye çalıştıkları zaman, herşeyi ana-babalarına şikayet ettikleri zaman, cadaloz cadaloz mızıkçılık yaptıkları zaman, oyuncaklarını sinir sinir elletmedikleri zaman oyun oynadığım çocuklara kan kustururdum. Çok etkili sözler de öğrenmiştim: "Bi çakarım, bi de duvardan yersin!!!" Bak bak bak... Sağlam meydan okuma!
Bir de, sinirlenmemden keyif alan, suratımın aldığı şekilleri görmek için damarıma damarıma basan, başını babamın ve arkadaşlarının çektiği bir grup vardı, onlar ayrı... Çocukluğumun korkulu rüyaları...
İnsan çocuklukta hesapsızca yaşıyor duygularını, hesapsızca da aktarıyor.
Büyüdükçe işler değişiyor. Hesapsızca aktarılan duygular, birer birer hesap edilmeye, kabul görülmeyecekler elenip kalanlar aktarılmaya başlıyor. Hesabını bozanlar dışlanıyor. O yüzden susup oturmayı, temkinli davranmayı, içimize atmayı, yapana susup en yakınlarımıza patlamayı, tükürüklere "yarabbi şükür" demeyi, "elalem ne der" korkusu yaşamayı öğreniyoruz, sakin kalıyoruz nispeten. Gürül gürül akan çeşmeye gerekli durumlarda akan kontollü bir musluk takıyoruz mutsuz ola ola: Toplumsal musluk...
Sakin kalmanın, musluğu söküp atmanın bir yolu var: Olgunlaşmak.
İnsan nasıl olgunlaşıyor?
En sevdiklerinin ölümünü yaşadığında... O kadar büyük bir acıyla karşılaşıyor ki, zaman içinde çevresindeki insanların "acı" dediği şeylere gülüp geçiyor.
En güvendiklerinin kalleşliklerine tanık olduğunda... O kadar büyük bir şaşkınlık yaşıyor ki, hayatın içindeki hiçbir kötü sürprize şaşırmıyor, olağan karşılıyor...
Bir çocuğun sorumluluğunu aldığında, daha doğrusu bir çocuğu dünyaya getirmekle 'hayat'a yetiştirmenin farkını anlayarak sorumluluğunu aldığında... O kadar büyük bir sorumluluk taşıyor ki, hayatta hiçbir acının, hiçbir yoksunluğun, hiçbir bencilliğin çocuğuna öyle ya da böyle zarar vermemesini sağlamak için dimdik ayakta duruyor...
Sonuç: Doğum, kazık ve ölüm insanları olgunlaştırıyor.
Olgunlaşmak... Değecekleri ve değmeyecekleri ayırabilmek. Hayatın ne kadar kısa olduğunun, hatta -bana göre- bir sınav olduğunun farkına varmak. Sığır gibi yaşamamak, ama değecek şeylere tepki göstermek. Kimseyi istediğimiz gibi davranmaya zorlamamak, olduğu gibi kabul etmek, kabul etmiyorsak "elveda" diyebilmek. Farklı altyapıların farkında olmak. Yapılana değil de, yapılma sebebine bakmak. Niyete bakmak. Cahilliği belki, ama manevi ahlaksızlığı affetmemek, tepki göstermek, ama kendini hırpalamadan. İçini rahat ettirecek kadar, tepkini gösterirken yaptıklarından sonradan utanmayacak kadar. Değmeyeceklere tepkisiz kalmak. "Zavallı" demek, kendi haline bırakmak. Mutsuz ya da sinirli görünerek onları amacına ulaştırmamak.
Son günlerde aklımı kurcalayan birşey var: Farkında olmadan, 7-8 ay kadar süren bir operasyonla sinirlerimi aldırdığımdan şüpheleniyorum. Zaman içinde, sindire sindire, ince ince her birini tek tek toplatmışım sanki... İncelik gerektiren, zamana yayılması gereken bir operasyonmuş ve sanki ben hasarsız, sapasağlam atlatmışım bu operasyonu... Uçarak çıkmışım ayılma odasından. Öyle hissediyorum. Hiçbir şeye kızmıyorum. Bir hoşgörü, bir memnuniyet, bir güleryüz gırla gidiyor...
Yalnız birşey var: Operasyon sırasında, ufak bir sinir parçasını bilerek ve isteyerek unutmuşlar vücudumda. Bana da demişler ki, bunu değecek yerlerde devreye sokarsan, sana faydası olur... Ota boka, değmeyecek insanlara kullanırsan, her seferinde katlanarak büyür, tüm vücudunu sarar ve yine o şampuanın bittiği için bile sinir krizleri yaşadığın günlerine dönersin...
Doktorlar gayet ciddi... Tehdit gayet etkili...
İş başa düştü: Sinir yok! Sinir yok! Acı yok! Koyunluk da yok!
Pazartesi, Nisan 17, 2006
AY, ÇOK BAŞARILIYIM
Hangi konuda mı?
"Başarı" deyince, aklıma ilk ne geliyorsa, o konuda tabii ki...
İnsan, "başarılı mısın?" diye sorulunca, öyle olup olmadığına, ondan ne anladığını aklından geçirerek karar vermez mi?
Başarılıyım, çünkü çok param var.
Başarılıyım, çünkü "müdür" oldum.
Başarılıyım, çünkü iki oğlan anasıyım.
Başarılıyım, çünkü sınavdan geçtim.
Başarılıyım, çünkü (ya da) sınavda en yüksek notu aldım.
Başarılıyım, çünkü evim her daim temiz, ocağımda her akşam yemek pişer.
Başarılıyım, çünkü bütün komşular altın günlerinde benden börek çörek tarifi alır.
Başarılıyım, çünkü kocama her istediğimi aldırırım.
Başarılıyım, çünkü karıma 'höt' deyince yere yapışır.
Başarılıyım, çünkü topu en yükseğe ben dikiyorum.
Başarılıyım, çünkü tüm arkadaşlarım benden kuaförümün adresini ister.
Başarılıyım, çünkü çok severek yaptığım bir işim var.
Başarılıyım, çünkü çok arkadaşım var.
Başarılıyım, çünkü kelimeleri tersten okuyarak konuşabiliyorum.
Başarılıyım, çünkü istediğim adamı/kadını elde ettim.
Başarılıyım, çünkü ağlamaya başlar başlamaz her istediğim yapılır.
Başarılıyım, çünkü para biriktirip istediğim evi aldım.
Başarılıyım, çünkü evlenebildim.
Başarılıyım, çünkü boşanabildim......................
Dünya kadar başarı anlayışı...
Bir şeyleri başardığımızı düşünürken, onları başarırken kaybettiklerimizi de hesaba katıyor muyuz acaba?
Ufak bir matematik hesabı.
Toplama çıkarma hesabı.
Her 'başarılı' insanın becerebileceği bir hesap.
Aşağıda bana "evet yaaaa" dedirten bir başarı tanımlaması var. Arkadaşım gönderdi, cut-copy-paste ile burada da vücut buldu.
Karar verelim: Başarılı mıyız?
" BAŞARI ; sık sık gülmek ve çok sevmektir; Akıllı insanların saygısını ve çocukların sevgisini kazanmaktır; Dürüst eleştirmenlerin onayını almak; sahte dostların arkadan vurmalarına dayanmaktır; herkesteki en iyiyi bulmaktır; karşılık beklemeyi hiç düşünmeden kendiliğinden vermektir; Geride ister sağlıklı bir çocuk, ister kurtarılmış bir ruh, ister bir parça yeşil bahçe, ister iyileştirilen bir sosyal durum bırakarak dünyanın iyileşmesine katkıda bulunmaktır; Gönlünce eğlenmek ve gülmektir; tek bir kişi bile olsa, birinin sizin varlığınızdan ötürü daha rahat nefes aldığını bilmek ve tek bir kişinin bile sizden kasıtlı zarar görmediğini bilmektir; "
Ralph Waldo Emerson
Sonuç:
1. Başarılı olup olmadığım bana kalsın, illaki bilmem gerekiyorsa, bunu dostlarım söylesin.
2. Koyu renkli büyük tapajlar, hayatta kazık yediğim "başarılı" insanların bana karşı başarısızlıklarıdır.
3. "Akıllı insanların saygısını kazanmak" ne muhteşem bir tabir öyle... Ortalıkta yalakaların sahte saygısına şapka çıkarıp kıçı tavanda gezen o kadar aptal varken, cuk oturdu. İş hayatında "başarılı" olanların acaba kaçı işsiz kaldıklarında, yumuşak koltukları ellerinden alındığında ya da en iyi niyetlisi, emekli olduklarında o saygıyı eksiksiz bulacaklar?
4. "Çocukların sevgisi" dünyada kazanılması en zor sevgi hali. Çocuklar hesapsız... Sevgisinin karşılığında alacaklarının hesabını yapmaz sahte sahte. Sevmezse sevmez, bunu da dannn diye söyler ya da hemen belli eder. Zor sevgi, zor... Aslında buna "köpeklerin sevgisini kazanmak" şartını da ekleyebiliriz. Onlar çocuklardan da hesapsız. Adamın kokusundan anlarlar niyetini...
5. "Dürüst eleştirmen", acaba "dost acı söyler"le aynı şey mi oluyor? Etrafında sadece duymak istediklerini söyleyenleri bulunduran, kendini böyle iyi hissedip gaflet içinde yaşayan, onu sevenlerin acı ve haklı eleştirilerinden ve eleştiri sahiplerinden köşe bucak kaçan ne kadar çok yüreksiz var...
6. "Sahte dost" olur mu? Akıllının dostu, aptalın sahte dostu olur... Demincek belirtildiği üzere, dost acı söylediği için, aptal olan sahte dostlar edinir, günübirlik, yılıbirlik, dönemsel... İhtiyaç kalmayana kadar sürer dostluk ve olağan bir kazıkla son bulur.
7. "Kendiliğinden vermek"??? Hesap kitap yapmadan başkaları için iyilik yapmak? En azından başkaları için iyi dileklerde bulunmak, dua etmek??? Sen var günahını bile vermemek, yok ise ekmek.
8. "Sağlıklı çocuk", sadece gürbüz çocuk olmasa gerek... Şöyle kırmızı yanaklı, çok yiyen, çok hareket eden... Ya da zehir gibi çalışan bir beyni olan veya beynine sorumluluk sahibi ebeveynler tarafından rayiç bilgiler zerkedilen, para basılıp zeki çocuk haline getirilen... Kalpte hasar var mı kalpte? Güven? İnanç? Beyninde, istenildiği kadar zerke mahsur kalsın, hiç silemediği bir fotoğraf var mı, unutamayacağı? Ya kırgınlık?
9. "Birine kasıtlı zarar vermek" nasıl bir duygu? Başkalarının mutsuzluğundan mutlu olmak bu olsa gerek. Sahip olamamanın hırsı ya da kaybetmenin zıvanadan çıkmışlığı... Sorsanız "niye yaptın" diye, ya başarmayı çok istemiştir, ya o şeye sahip olmayı çok istemiştir, ya çok sevmiştir ya da hakkı yenmiştir... O da cezayı kesmiştir, aklısıra... aklı çapında... Hırsın en berbat hali... Yedi düvele zarar veren hali...
10. Bundan sonra yeğenlerimin "başarılı" olabilmeleri için daha fazla çaba göstereceğim.
11. Artık benim üç yeğenim var. O da çok başarılı olacak, eminim. Hem ballı, hem başarılı...
Cuma, Nisan 14, 2006
ALO, KEMAL ABİ???
Bugün alım satım işlemleri sırasında sabah 9.00'dan aklam 16.45'e kadar sürekli birşeylere para verdim... Cuzdanım ne olur olmaz diye yanıma aldığım son birikmişlerimle doluydu. Şimdi bomboş...
Ama canım arabamı eve getirirken girmediğim çukur kalmadı... Salaklığımdan değil. Yolların ortası çukur dolu.
En azından benim bugün Emniyette ve bankada saçtığım paracıklarla bizim mahallenin çukurlarını doldurabilir misin bi zahmet???
Bugün duyarlı vatandaş kisvesindeyim.
Bir de arabalı bir vatandaşım ve şımarıkım, kusura bakılmazsa...
Perşembe, Nisan 13, 2006
ÇOK İSTEDİM, OLDU
Geçen Pazar günü için ne demiştim delirip de???
Ha?
Beni obsesiflikle suçlayanlar, bana 'sıyrık' diyenler! Cevap verin...
Ben geçtiğimiz Pazar günü için, "çok güzel şeyler olacak, lay lay lom dememiş miydim? Utanın ve kendinize gelin!
Geçen Pazar, uzun zamandır çok istediğim birşey için el sıkıştım!!
Evde öyle kösün kösün Pazar kahvaltısı yapıp gerdirirken, canı sıkılan eniştemin "kalk gidelim, biraz bakınalım" gibi, o uyuzluk şartları altında bana çok uzak gelen, ama küseceğini bildiğim için huysuz eniştemi kıramadığımdan kabul ettiğim bir teklifle kendimi dışarıda buldum... Normal şartlarda, Pazar günlerim için olağanüstü bir durum... Uğuruna inandığım için "ablamı da isterim" diye tutturdum, o da geldi homurdanarak.
Çarşamba, Nisan 12, 2006
ANNNEEEEE!
-Yıkanır tabi! Bana mı öğretiyorsun?
-Evet, ayıp değil ki, sen de yanlış yapabilirsin annnne! (Huylandım)
-Sen kendine bak... Sanki sen hiç atmıyorsun makineye beyazlarla kırmızıları...
-Ben mi? Bennnn mi? O kadar yıllık çamaşır makinesi geçmişimde bir tane bile küçülmüş kazak, rengi atmış siyah, kırmızıya bulanmış beyaz yokkk, annneee! (Sinirliyim)
-Benim de yok çok şükür.
-Annnee, anneee, bu neee? En sevdiğim beyaz gömlek kına mı yakmış kendi kendine? Bu senin ilk vukuatın mı? Hani o ilk işe başladığımda aldığım turuncu hırkayı, daha sonra aldığım siyah ceketi, beyaz bluzu hatırlatırım... Ütüyle yaktıklarını saymıyorum. Ağarttın beni be annem! (Zıvanadan çıktım)
-Hepsi tesadüf... Kötü şans... Sen bu kadar huysuz olmasan olmaz bunlar.
-Hı hıııııı... (Bezdim) N'olacak bu beyaz gömlek?
-Ben bilmem... Sen herşeyin en iyisini bilirsin. Kendin hallet.
- .......................... (Nutkum tutuldu)
-Terbiyesiz... Büyüdü de anneye iş yordam öğretiyor!
- .......................... (Otokontrol, otokontrol, otokontrol... Bunu da öğrendim nihayet. Sağol annneee! İlk adım, susmak. İkinci adım, mekandan uzaklaşmak. Üçüncü adım: Başka şeylerle ilgilenmek. Dördüncü adım: İntikam planları yapmakkkk!)
Yıllar sonra anneyle yaşamak...
Aynı evde, kendi düzenini kurmuş, kendi alışkanlıkları olan iki kadın...
Biri bardakları rafa ağzı açık koyar, öbürü ters çevirir... Biri masada yemek yemeyi sever, öbürü tepside... Biri televizyon bağımlısı, öbürü müzik... Birinin kulakları ağır işitmeye başladı, öbürü televizyonun gürültüsünden telefonla bile konuşamıyor...
İki huysuz... (O daha huysuz!!!)
Allah'ım, daha çok para!!! Kendi evim olmalı.
Annemin evi, özleyerek ziyaretine geldiğim, güzel yemeklerini yediğim, huzur bulup şekerleme yaptığım, şımardığım o eski ev olsun yine...
Yoksa annem tatlı, çok tatlı... Seviyorum kendisini. Hem de çok...
Salı, Nisan 11, 2006
ANAHTAR KİMDE?
Pek çok kadın, marifetmiş gibi şunu söylüyor: Benim en iyi arkadaşlarımın hepsi erkek, kadından kadına dost olmaz... Hadi ya?
Böyle düşünmelerinin sebebi, bence, hayatlarının bir döneminde hemcins kazığı yemiş olmaları. Ama unuttukları birşey var: Kadınların birbirlerinden yedikleri kazık, genellikle karşı cins yüzünden. Zavallı erkekcik hiçbir şey yapmamış mıdır? Mesela, en basiti, her iki kadına da sonsuz sevgi sözleri söyleyip, masum masum aradan çekilip zavallı kadınların kafalarını tokuşturmalarını beklememiş midir?
Akıllı olun kadınlar, akıllı olun... Yaşadıklarıma, gördüklerime, yaşayanlardan tanık olduklarıma, duyduklarıma dayanarak söylüyorum: En iyi erkek, en kötü kadın kadar iyi. Onların bencilliklerinin, olgunlaşmamışlıklarının, uçkur sevdalarının kurbanı olup düşmeyin birbirinize... Onlar da iyi kendi hallerinde. Ama fazla birşey beklemeyin, oldukları gibi kabul edin... Sevin, aşık olun ama birbirinize düşmeyin, değmez. Benim babam da erkek, (babası kadın olan tanıyorsanız, haber verin, manayı anlamışsınızdır) hayatta en sevdiğim insan(dı), ama bu, bana göre gerçekleri değiştirmiyor.
(Okuyan da beni feleğin çemberinden geçmiş, sekiz koca eskitmiş Gönül Yazar bozması sanacak... Ya da kırpık saçlı, bakımsızlıktan dökülen, vücut hatları belli olmasın diye -kadın et değil ya- bol boloş giyinen, 'erkek' sözünü duyunca ideolojisi!! icabı fenalık geçiren feminist özentisi evde kalık abla... Bilmişlikten değil, iyi niyetten söylüyorum.)
"En iyi erkek, en kötü kadın kadar iyi" dedim ya, zannetmeyin ki, 'iyi'nin ve 'kötü'nün ölçüsü olmadığını, tarif edilemeyeceğini bilmiyorum. Bildiğim şey, 'kötü'nün zarar verdiği, o kadar...
Bu zarar vermenin haddi, erkeklerde daha fazla -bana göre-. Tabi ki bu da, bütün kadınlar zararsızdır anlamına gelmiyor. Kadın kısmısı klasmanında, erkek kısmısından bağımsız olarak çok kötüler de var, ayyyrı! Hak yemeyelim.
Onların neden 'kötü' olduklarını düşündüğümde, pek çok örnek canlandırdığımda kafamda, kötülüklerini erkeklere borçlu oldukları sonucuna varıyorum: Kocalarına, sevgililerine, babalarına, oğullarına, erkek kardeşlerine...
*Siz hiç damadına sırf 'damat' olduğu için kötülük yapan kız annesi gördünüz mü? Aynı anne, söz konusu olan oğlu olunca eli maşalı kaynana oluyor nedense... Ortalık, sırf 'gelin' olduğu için çeşitli düzeylerde kaynana eziyeti çeken, çekmese de kafası bozulan kadınlarla dolu.
*Erkek kardeşiyle evlenen kıza durup dururken -yüzüne gülse bile- hırs bileyen, aniden kardeşciğinin kıymetini bilen, geline ne alınıyorsa aynısını isteyen, aile eşrafını geline karşı dolduran görümce örneği de çok.
*Baba eziyetiyle büyüyüp karşısına çıkan ilk kısmete uçarcasına atlayıp kaçarak evden ayrılan, mutsuz olup çocuk çocuğu hırpalayan, üçüncü sayfa potansiyelli kadın? Onlar da çok.
*Sevgilisi güzel arkadaşına göz kaçamağı yaptı diye arkadaşını kalleşlikle suçlayıp sevgiliciğine toz kondurmayan aptal kadınlar yok mu?
*Sevgilisi/kocası karşı masadaki kıza baktı diye kızı fahişelikle suçlayanlar? Evet, evet...
*Kocası tarafından aldatılan kadının ilk hareket ve hakaret mercii kocası mı, öteki mi? Çin işi Japon işi, bunu yapan iki kişi velhasıl. Kadın bu kadar yapışkan olmasaymış, adam kanmazmış. Hadi ordan!
*Evli sevgilisinin karısıyla paylaştığı eve girip, karısıyla paylaştığı yatağa kendini atan kaç kadın var?
Evet, bu en beteri... Bir kadının ötekine yapabileceği en büyük kötülük. Erkekler anlamaz bunu. O kadın için nasıl bir hazdır bu kimbilir... Adam bu berbat hesaplardan habersiz bir kukladır, aslında aptallığın, saygısızlığın doruklarındayken, kendini aşkın doruklarında zannetmektedir.
Ne 'kötü' kadın değil mi?
Peki evin anahtarı kimin elindedir???
Pazar, Nisan 09, 2006
CANIM ACIDI YİNE
Yılların hatırına yazık...
Ben ne yaptım ki?...
Gitmek istedi, "buyur, seni tutmayım" dedim.
Gelmek istedi, "canım çok acıyor, almayım" dedim.
O da gittiği ine döndü, 'mutlulukculuk' oynuyor, oynatılıyor.
Canım hala çok acıyor...
Bu seferki farklı bir acı: Ben kimim ki? Ben kimdim ki?
Yazık...
Yılların hatırına yazık.
Ben kime ne yaptım ki?
Bana kim, ne yaptırdı ki?
Kim kime zorla istemediği birşeyi yaptırabilir ki?
İsteyen istediğini yaptı, bir tek benim canım acıdı.
Acımayan canların, canı sağolsun.
Ben hala mutluyum, gerçekten mutluyum arada bir can acım azsa bile...
O da insanlık hali.
Cuma, Nisan 07, 2006
YAZLIK YAZISI
Evlerimizin bulunduğu sitenin karşısındaki şeftali bahçesinin köşesinde, bir kara dut ağacının doğal şemşiyesiyle kapanan minicik, sığınak gibi bir yer...
Bisikletle gezinirken bulduk orayı. Atilla ve ben. Mavi gözlü, neredeyse beyaza bakan sarı saçlı, kalın gür kaşlı, Atatürk gibi bir çocuk. 11-12 civarlarındayız... Her yaz, yaz başından sonbahar başına kadar gördüğüm ama -öyledir genellikle- ikimiz de Ankara'lı olmamıza rağmen Ankara'da görüşmediğim yazlık arkadaşım. Adı üstünde: Yazlık arkadaş. Kışlık arkadaşlar başka.
Çeteyiz o zaman. Bisiklet çetesi. Sürü gibiyiz. Yaramazlık da yapıyoruz, arama kurtarma operasyonu da... Adeta "Afacan Beşler" ya da "Gizli Yediler"iz. Ne beşleri yedileri, onbeşler, onyedileriz.
Çetebaşı Levent Abi. Seçimle geldi. Karşı blokta üst katta oturuyor. Köpekli Can Abi'lerin yanındaki evde. ("Ağabey" olarak yazmamakta ısrarlıyım. Gıcık bir görüntü veriyor.)
Levent Abi'ye aşığım için için. Hem yakışıklı, hem de topluca dondurma almaya gittiğimizde mesela, "önce kızlara verin" gibi kibar sözler sarfediyor. Bir kere bisikletten düştüğümde tüm çeteyi durdurup, bisikletinden inip yanıma gelip, yaramı yaprakla sarmıştı. Kahramanım Temel Reissss! Ben onun için küçük bir kızım. Ama sürekli yanında gezdirdiği, herkesden çok koruyup kolladığı, uydurduğu şiirlere katıla katıla güldüğü kız kardeş mahiyetindeydim. Bisikletinin kilit şifresini de bir ben bilirdim. Bir keresinde de, şişmanlıktan şortum bir uçtan bir uca yırtılmış, farkında değilim. Kulağıma usulca eğilip "Eve git de kot şortunu giy, o sana daha çok yakışıyor" demişti. Bu kadar da asil bir çocuk yani...
O zamanlar bir yıl bile çok önemli yaş farkı açısından.
-Kaçlısın?
-Yetmişbirli!
-Küçükmüşsün.
-Sen?
-Yetmişliyim...
Atilla'dan hiç hoşlanmıyorum aslında. Bana uyuz ve sinsi geliyor. Çekirdek bile ikram etsek, almıyor. Kimseden birşey almaz, kimseye de birşey vermezmiş. Tam adamım, tam! O şeftali bahçesine de görev gereği gitmiştik. Ölen kediye mezar yeri bulunacak!!! Levent Abi'ciğim de aramızı mı yapmaya çalışıyordu ne? Dönüşte de bisikletlerimizi girişe bağlayıp evlerimize kadar yürürken kolunu omzuma atmıştı uyuz Atilla... Ben de durumu idrak ettikten iki saniye kadar sonra bir anda bir tekerleme uydurup seke seke yürümeye başlamıştım. Doğal olarak Atilla'nın eli pat diye düşüvermişti omuzumdan. Salak Atilla... Bir süre sonra iyice gözümden düştü. Çetedeki bütün kızları birer birer malum şeftali bahçesine götürüp "Burası bizim yerimiz olsun, kimseye söyleme" demiş. Ablama bile! Atilla 'nın geleceğinin kadınlarla ilgili kısımlarının temelleri atılmaya başlamıştı o zamanlar herhalde. Ama bana kalırsa, "Atilla'nın zavallı kadınları" değil, "Zavallı Atilla" olacak gelecekte. (Olmuştur korkarım)
Melek vardı... Babası askerdi. Babasıyla siz'li biz'li konuşur ve ona şakadan değil, ciddi ciddi "generalim" derdi. General ve ailesi birkaç yıl sonra Amerika'ya gittiler. Derken, yıllaaar sonra, bir arkadaşımın üniversite mezuniyet töreni fotoğraflarında seçip tanıdım Melek'i... Sınıf arkadaşı... Selam gönderdim, o da bana gönderdi. Telefon numaramı gönderdim, aradı. Buluştuk, yemek yedik. Fotoğraflardan çok belli olmuyordu. Ayan beyan obez olmuş. Bir de lezbiyen... Kendi söylemişti, ordan biliyorum. İnsanın garibine gidiyor. Yeni yetme cılız kız çocuğu, 25 yaşında obez ...
Sedef vardı. Babası kuaför. Aydın'lılar. Beline kadar inen çadır gibi saçları var. Bir de çirkin, sormayın. Ama bu kadar mı cilveli olunur? Bazı kadınların ruhunda var bu herhalde. Gargamel gibi kız, herkesi peşinden koşturuyor; kalem gibi, güzeller güzeli ablam da "Can benden hoşlanmıyor" diye her gece ağlıyor.
Neyse ki canım Levent Abim, "Bu kızın gülmesi midemi bulandırıyor" demişti. Asil kadınlardan hoşlanacak büyüyünce, belli... (Öyle olmuştur, umarım)
Hasan-Hüseyin kardeşler ve kızkardeşleri Melike Sultan var. Çok zenginler, ama parayı gömen esnaf ailelerden... Gömün, gömün. Hasan ile Hüseyin az daha büyüyünce çıkaracaklar gömüyü ortaya, çatır çatır yiyecekler pavyonlarda. Gidişat öyle çünkü. Hasan, annesinin altın zincirini yürütüp Sedef'e hediye etti. (Herkes bilmiyor, Melike sır verdi. Annesine söylerse Hasan onu -yine- dövecekmiş.) Hüseyin Serkan'a sinirlenip bisikletinin lastiğini çakıyla paramparça etti ...
Ebru var, alt komşumuz. İstanbullu. Bir havalı giyiniyor ki... İstanbul havası. İmrene imrene bakıyoruz aklı evvel yeni yetme kız çocukları olarak. Mavi ojeli uzun tırnakları, pullu Converse'leri var. Bazen deri takımlar giyiyor. (Ben de arkası yırtık şortlarla dolaşıyorum!) O çocuk aklımla imrendiğim kıyafetlerin aslında görgüsüzlük abidesi olduklarını, şimdi düşününce anlıyorum. İsilik yapar o deri takımlar yaz sıcağında be!
Bizim orada gerçek sosyal hayat akşam yemeğinden sonra başlardı. Herkes akşama kadar yer, içer, siesta yapar, denize girer, okey-tavla oynar, basket atar, akşam olunca eve gelir, yemek yerdi. Herkes kendi yaşı çapında süslenir, dışarı çıkardı.
Nazilli'li Şebnem-Meltem kardeşler var. Öyle çok çıkamıyorlar geceleri dışarı. Açık hava sinemasına gideceğimiz zaman sadece... Ama onun da şartları var: Babaları önce yan komşuları olan sinema sahibine o akşamki filmin kızları için uygun olup olmadığını soruyor. Uygunsa, kızlar bizimle grup içinde, baba ve anne arkamızda bir yerlerde oturmak suretiyle sinemaya geliyorlar.
Şebnem'le Meltem'in babasının sinemaya geldiği günler çok sevimsiz. Korku filmi varsa eğer, hiçbir kız, yanındaki hoşlandığı çocuğa "Ay, çok korktum, bitince haber ver" deyip sarılamıyor. Film sıkıcıysa, hiçbir oğlan, yanındaki hoşlandığı kızın boynuna "Ay, uykum geldi, film bitince uyandır" diyerek kafasını düşüremiyor. Hiçbir birbirinden hoşlanan, aynı şişeden kola içemiyor, aynı çekirdek külahının içinde ellerini birleştiremiyor. Gardiyan baba...
O gardiyan baba, bir akşamüstü, bizim bloğun önüne, evinin de önüne, bir araba dolusu adamla geldi. Hiç unutmuyorum: Ebru bize fosforlu pembe oje sürüyordu, ön kapımızdaki avluda. Hepsi dut gibi, küp gibi... O bir araba dolusu adamın iki tanesinin topuklu tahta terlikli kısa şortlu sarışın ablalar olduğunu bir kahkaha bombardımanıyla arabadan topluca indiklerinde anladık. Kızların annesine aşağıdan bağıra bağıra, peltek peltek birşeyler söyledi gardiyan baba. Anne de bir iki dakika sonra bir çift plastik terlik ve gömlek gibi birşey verdi yanına gidip, ağlayarak eve döndü. Bir araba dolusu hayvan da, oyun havaları eşliğinde böğürerek arabaya doluşup şehire doğru yol aldı... Namuslu gardiyan baba...
Mercan vardı.. Ablası ve anneannesiyle gelirlerdi. Ev onların değildi. Her sene başka bir evi sezonluk kiralarlardı. Bu nedenle bazen yakın komşu olurduk, bazen uzak... Onunla çok eğlenirdik. Kendi kendimize yalandan radyo programları yapar, kıkır kıkır gülerdik. Herkes de bizi bayıla bayıla seyrederdi. Sonradan tiyatrocu oldu, dizilerde oynadı çok ünlü oldu. Belliydi, belli...
Bir de Murat'a aşık olmuştum bir süre. 'Uzaktan beğeni' mahiyetinde. Çok uğraşırdım onunla. Pişti filan oynarlarken çaktırmadan yere eğilip iki ayakkabısının iplerini birbirine bağlardım, kalkınca düşerdi. Nefret ederdi benden eminim...
Hamit de benden nefret ederdi. Önceleri çok severdi, ama bir akşam çok üzücü bir olay yaşadık!!! Ablasından kavga dövüş izin koparıp tek akşamlık giyebildiği beyaz merserize kazağına boylu boyunca pomfrit (pommes frittes, mon amour) sosu döktüm yanlışlıkla. O günden sonra ailecek benden uzak durdular.
Güneş, belki de ilk aşkımdı. (Aslında ilk aşkım, Tolga diye bir çocukmuş. 3-4 yaşında Bodrum'da vurulmuşuz birbirimize. Sabahtan akşama kadar kumda beraber oynayıp, öğle yemeği vakti gelince ağlaya ağlaya ayrılırmışız birbirimizden. Onun babası "Heh hheh, çapkın oğlum, yürekler de yakarmış" dedikçe babam çok bozulurmuş... Ne olacaksa bebelerin aşkından? Baba yüreği işte... Bunları hatırlamıyorum. Annem anlatmıştı)
O halde değiştiriyorum, Güneş benim hatırladığım ilk aşkımdı, herhalde. Tek bir yazlık... Sitemizin yegane gençlik fırtınası alanı "Shiwa Disco"da hediyesi şampanya olan bir yarışma yapılmıştı. Biz de Güneş'le katıldık. Şampanya'yı ne yapacaksak? Ne anlarız? Allah'ım, onları yaptığımı hatırladıkça, kendimden utanıyorum: Önce sandalye kapmaca, tek erkekler kategorisi... Sonra balon toplamaca, tek bayanlar kategorisi, veee en son, yoğurt içinden fındık bulmaca!!! Beş çiftiz. Koca birer tabak yoğurt. Kızlar oğlanlara yediriyor, oğlanların gözü bağlı... Bilirsiniz işte... Beni sinirsel bir gülme sardığı için Güneş'e yediremiyorum bile. Derkenn, Güneş fındığı buldu!!! Kazandık! Etrafımız sarıldı, alkışlar, ıslıklar ve evet, evet söylüyorum, Hotel California eşliğinde slow dans... (Allah'ım, küçücük kaldım) Şampanyayı Ata'nın ablası kaptı, götürdü. Biliyorum, plaja gittiler.
Bu yarışmadan sonra Güneş'le bir yakınlaşma, bir yakınlaşma... Güneş, ertesi akşam sinemada bana kolunu atmıştı. Atmakla kalmayıp, kolunu dolandırıp parmaklarını dudaklarımda gezdirmeye başlamışdı. Ben de panikleyip dudaklarımı "mmm" yapıp ağzımın içine kıvırmıştım. Çocukluk işte... Düşündükçe gülüyorum, hem kendime, hem de Güneş'e... Biraz da popüler oldum galiba. Ata, ben ne zaman Güneş'le yan yana yürüsem dirsek atıp aramıza giriyor. Ama ben de Güneş'ten hoşlanıyorum herhalde ki onu umursamıyorum. Bu hoşlaşma durumu, herhalde güzel birşeyler paylaşmanın sonucu gerçekleşti. İkimizin güzel bir anısı oldu, ondandır. İlişkileri ayakta tutan da bu değil mi? Paylaş, ortak geçmişini düşündüğünde yüzün hep gülsün.
Bu yazlık maceraları bana çok şey öğretmiş, farkına varmadan. Bugün, bu yaşadıklarıma şimdiki aklımla yorum yapabildiğimde farkediyorum bunu...
Çocukluğu çocuk gibi yaşamak, çocukken yoz küçük kadıncıklara dönüşmemiş olmak, arkadaşlık, kıymet bilme, temel sempati değerlerinin oluşması (benim Levent Abi'ye hayranlığım gibi), babaların hepsinin -benimki gibi- iyi olmadığını anlamak, annelerin hepsinin -benimki gibi- güçlü ve kişilikli olmadığını anlamak, erkeklerin daha çocuk yaşta bile, kitibiyoz kızlara hoş görünmek uğruna yapabildiği aptallıklar, boşverdikleri değerler, grup bilinci, dostluk bilinci... Bunların hepsi ve daha birsürü hatırlayamadığım görmüş geçirmişliklerim, ta o zamanlarda oluşmaya başlamış...
İyi ki yaşamışım be!
HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.3
Perşembe, Nisan 06, 2006
1.DERS:BUDALALAR
Giyim kuşam budalaları,
Güzellik ve kozmetik budalaları,
Teknolojik alet edevat budalaları,
Ev dekorasyonu budalaları,
Yemek budalaları,
.
.
.... diye uzaaar, giderler.
Budalaların bir kısım ortak özellikleri vardır, arzedeyim:
1. Zengindirler, ya da öyle görünürler. Zengin olanların büyük kısmı parayı sonradan bulmuşlardır.
2. Ne istediklerini bilmezler. Neye sahip olmaları gerektiği, onlara üreticiler tarafından öğretilir.
3. Genellikle kendilerini o ürünleri satanlara teslim ederler. Satıcılar onları ayakta karşılayıp "amman efendim, cannım efendim nidalarıyla en afilli koltuklarına oturturlar. Çay, kahve, duruma göre viski, şarap ikram ederler. Eeee, büyük kek'ten küçük ikramları esirgememek gerekir.
4. Kendi zevkleri yoktur. Fiziklerine, ruhlarına, evlerine neyin yakışıp neyin aykırı olacağına dair fikirleri yoktur.
5. Kendini toplum içinde kabul ettirmenin yolunun 'yeni mi çıktı, sahip ol' kuralından geçtiğini zannederler.
6. Tatillerde kendilerini en moda otellere kapatıp, birbirlerini seyrederler. Birbirleri yerine denizi seyretmeleri için, denizi seyretmenin "trendy" olması gerekir.
7. Arada bir bazıları garip modalar uydurur... Büyük ihtimalle elalemi sallamayan ve kesinlikle zengin birinin üzerinde gördükleri birşeydir, canı öyle istediği için öyle giyinmiştir. Mesela file gömlek altına şalvar giymiştir... Bunu gören ilk budala, yeni bir moda akımı başladı zanneder ve panikle onlardan edinir. Diğer budalalar da onu takip eder.
8. Birbirlerini uzun aralıklarla gören budalalar, birbirlerinin karşısına asla bir önceki gömlekleriyle, bir önceki ayakkabılarıyla, bir önceki takılarıyla ve hatta bir önceki cep telefonlarıyla çıkmaz... Ayıptır.
9. Yeni çıkana parası yetmeyen budala ya yeni'ye bok atar, ya da yeni'nin hükmü kalmayana kadar kendini toplumdan soyutlar...
10. Budalaların kendilerini rehabilite ettikleri çok az görülür.
İsterseniz, şimdi de kısaca temel budala çeşitlerini gözden geçirelim:
1. GİYİM KUŞAM BUDALALARI:
Vitrinde gördüklerini ya da zengin mahallelerde insanların üzerinde en çok gördüklerini alırlar. Çarşı pazar dolaşmazlar. Küçük bir mağazada tezgahtara dünya kadar kazak indirip hiçbir şey almadan çıkınca, tezgahtarın yüzündeki surat ifadesini bilmezler. Öğle tatillerini, hafta sonlarının bir kısmını Akmerkez, Armada gibi tahammül ötesi yerlerde para yiyerek geçirirler. Dergilerde gördükleri, TV'de izledikleri fashion show'lardaki kıyafetlerin sokakta giyilebileceğini düşünürler, düşünmekle kalmayıp icra ederler.
Genellikle belli mağazalara giderler. Değinildiği üzere, buralarda hürmetle karşılanırlar. Mağazayı gezmez, koltukta oturup giymesine karar verilenlerin kendisi için hazırlanmasını beklerler. Erkek için kravat, kadın için ayakkabı gibi en en kişilik göstergesi ürünleri bile kendileri seçmezler.
Kiminin vücut yapısı bir kısım "trend"lere son derece aykırıdır. Mesela poposu yere çeyrek kala giden kadınlar, düşük belli capri giymekte bir beis görmezler. Ya da koca burunlu adamlar son derece "trendy" şatafatlı bir gözlüğün o koca burunlarına daha da bir ihtişam kattığının farkına varmazlar.
Giyim kuşamlarında en ufak bir ince detaya, kişilikleriyle örtüşen ufak bir mesaja rastlayamazsınız.
Yaz geliyor... Şöyle "trendy" mekanlara gidip gözlerinizi gezdirirseniz, bunlardan bir sürüsüne rastlarsınız. Evet, bir sürü... Ya da sadece "sürü".
2. GÜZELLİK ve KOZMETİK BUDALALARI
Bunların durumu daha da vahimdir. Çünkü zaten tüm medya, bu işten para kıranlar tarafından desteklenmektedir.
Selülit kremleri alıp başını yürüdüğünden ve selülit savaşcısı kahraman aletlere binlerce dolar yatırım yapılıp güzellik salonlarındaki yerlerini aldıklarından beri, televizyon kanallarında her gün yüzlerce kızgın parmak, zavallı kadıncıkların olağan selülitlerini gözümüze sokup, utanç verici bir durummuş gibi beynimize kazımaktadır. (Sezen Aksu'yu seviyorum. Ne demişti? "Onlar selülit değil ki, popo gamzesi")
Kadın dergileri, sürüyle para verip reklam veren güzellik ürünleri ve kozmetik üreticilerinin maymunu olmuş durumda. Biri "No, no, noooooo! Asla sür elastin portik protein içeren kremlerinizi sürmeden sokağa adım atmayın" diyor, mesela. Öbürü de diyor ki, (sizin için test ediyor!!!) "kullandım, ilk randevumuzda başını döndürdüm. Bacaklarım mermer gibi sertleşti gerçekten. Yalnız, etkisi 6 saat sürüyor. Bu süreyi iyi değerlendirin.Elinizi çabuk tutun kızlaaaar!" Eeee, ya kız yatıya kalacaksa? Nerede mermer bacak? Yazık değil mi adamcağıza...
Yaşlanmak, hayatın gerçeği, olağan bir süreçken, yaşadığımızı bize hatırlatan güzel kırışıklıklarımızdan tiksinir hale geldik.
Ok gibi, tül gibi kirpiklere yazılan şiirler de anlamını yitirdi. Şimdilerde maşallah, herkesin fırça gibi kirpikleri var.
Saçları dalga dalga beline kadar dökülen kadınlar önümüzde, arkamızda, sağımızda, solumuzda. Yarıdan fazlası yalancı saç...
Keman kaş mı? Herkesde var.
Boncuk gözler? Renk renk, seç beğen tak.
Kiraz dudaklar? Öğle tatilinde gidip sıktırıver iki bişey...
Kilo mu aldın? Gerek yok öyle spora, debelenmeye, aç kalmaya. Yat masaya, abidik gubidik aletler mıncıklasın seni.
Bu yüzden durumları çok vahim bu budala kısmısının. Bir kere güzel ya da yakışıklı olmamak gibi şansları yok, ortalık "güzel ve yakışıklı oldurulur" tabelalarıyla dolu. Üstelik 'güzel' ve yakışıklı' kavramları da bu sektör tarafından belirlenir. Yarın bir gün herkes onların belirlediği ölçülere ulaşınca ne olacak? "Bu sene tahta göğüs moda"diyecekler mesela. Haydin masaya yatalım, memeler tahta olacaaaak! Bu tabela sahipleri, onlar olmasa nasıl para kazanacak? Acaba hizmetleri arasında "asalet kazandırılır", "kitap okuma öğretilir", "kendine güven kazandırılır" ya da "kendine, kendine saygı duyduğun için özen göstermenin yolları" gibi konular da var mı?
3. TEKNOLOJİK ALET EDEVAT BUDALALARI
Bunlar genellikle erkekler arasından çıkar. Bu budalalar arasında, en büyük ekran televizyona sahip olmak, en çok CD çalan müzik seti edinmek, evi 50 metrekare bile olsa en yüksek ses sistemine sahip olmak, bilmem kaç megapiksel (doğru mu) ekran fotoğraf makinesi edinmek (Ara Güler onlarla çekmiyor ama), 1 nokta 3 santimetre inceliğinde laptop'un olması büyük gurur kaynağıdır. Birbirlerinin evlerine gittiklerinde, küçük çocukların oyuncak sepetlerini alaşağı edip arkadaşlarına oyuncaklarını göstermeleri gibi bir sevinçle, son oyuncaklarının showuna başlarlar. Çoğu da, çoğu aletini tam kapasiteyle kullanmasını bilmez. Aletlerinin içinde, ne işe yaradığını bilmedikleri bir sürü düğme vardır. Ama olsun, ona sahiptirler.
Teknoloji üreticileri de bu budalaca zaafiyeti uzuun yıllar önce keşfetmiş durumdadır. Her yıl yeni televizyon, yeni laptop, yeni kamera, yeni müzik seti üretirler. Tanıtım broşürlerine de, bu budalaların okusa da (okuyanı çok çok azdır, o da hava atma esnasında özelliklerini eksiksiz sıralayabilmek için) anlamayacakları yeni birtakım özellikler eklendiği iddia edilir. Bizim budalalar da, geçen yıl avuçla para ödedikleri cam gibi gösteren, billur sesli televizyonlarından aniden soğuyarak, yenisini alma planları yaparlar.
Bu tipler, en çok zararı keselerine verir. Var ki veriyorlar kardeşim, bana ne? Çocuğunun karısının rızkından kesip verecek değil ya?
4. EV DEKORASYONU BUDALALARI
Bunlar ise, genellikle kadınlar arasından çıkar.
Herşeyden önce, 'ev'in yaşanan, sığınılan, rahat edilen, huzur veren bir yer olduğunun bilincinde değildirler. Evin ruhu olduğunu ise rüyalarında bile görmezler. Ev, başkaları gelince göğüs kabara kabara dolaştırılacak, tek tek odaları gösterilecek bir maldır onlar için.En revaçtaki mobilyacıya, en afilli perdeciye, en pahalı mutfak aletcisine (yeni bir meslek dalı keşfettim!), en egzantrik tasarımların yapıldığı adı çıkmış bir aksesuarcıya gidilir, alınır, gelinir. Zontrik bir gazoz açacağına avuç dolusu para verirler. Genellikle -adı çıkmış ya- İtalyan ürünlerine kıymet verirler.
Ya da ev bir dekoratöre teslim edilir. Dünyanın en zevkli dekoratörü bile olsa, o evde yaşayan kadının elinin, zevkinin değmediği eve ev demem ben.
Salonlarında dergilerden fırlama koltuk takımları vardır. İyi para basılmıştır onlara. Ama en ufak bir kıvrımı ya da kumaşının yumuşaklığına bile kendileri karar vermemişlerdir. En mutlu anlarını sabitledikleri fotoğraflarının çerçeveleri bile başkasının zevkinin ürünüdür. Eşyalar şıktır, pahalıdır, ama evde yaşayanların ruhlarına ilişkin en ufak bir ibare yoktur. Kalıp gibi, mum gibidir.
Aptal görünen, ama anısı olan basit bir biblo bile yerleştirilmez herhangi bir yere.
Mutfağa yerleştirilen onca alet, onca tabak çanak çok az kullanılır. Evini düzmekten aciz kadın mutfağa girip yemek mi yapacak?
Olsun, düşmanları çatlasın. Evinin herrr bir şeyi ennn iyisinden, ennn güzelindendir.
Bu tipler ise, en çok kocalarının keselerine zarar verirler.
5. YEMEK BUDALALARI
En komik, en gülünesi budala tipleri bunlar arasından çıkar.
Moda olan her yemeği yerler. İçlerinden öğürseler bile, dış sesleri şöyledir: "hımmmm delicious!!"
Allahın balığını allahın sirkeli pirinciyle basıp, abidik otlarla sarıp, önlerine sürülen, fazokato mato (atıyorum) sushi'yi gerçekten kaç kişi severek yiyor acaba? Biri çıkıp "sushi, Japon varoşlarının en birinci yemeğiymiş" dese kaç kişi kalır "en sevdiğim yemek sushi'dir" diyen? Ananızdan Capon mu doğdunuz?
Damak zevki sonsuz çeşitliliktedir, öyle de... moda diye çiğ balık da yenmez be güzelim! Aç mı gezdin de onu buldun günler sonra...
İtalya, Çin tamam. Adamlarda mutfak kültürü var. Ama yok Kore böcüğü, yok Fransız muşmulası, yok Amerikan patatesi...
Umarım birgün, şu pek takipçisi oldukları zengin idollerinden biri çıkıp "kuru fasulye-pilavı hiçbir şeye değişmem" der. Ya da "bu toprakların yemek kültürü dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar zengin..."
Bu budalalar da, zararı hem keselerine, hem de midelerine verir.
Saygıyla eğiliyorum!!!
Çarşamba, Nisan 05, 2006
KINIYORUM...
Cevaplar:
- Kırmızı-mavi halkalar
- Mor dalgalar
- Yeşil yuvarlaklar
- Pembe yıldızlar
- Sarı baklavalar
- Turuncu spiraller...............
Sonuç: Bakılan şey aynı da olsa, her bir insanın bulunduğu yerden gördüğü farklıdır.
Bravo!!!
Bunun temelinde de, ailenden öğretmenine, edindiğin arkadaşlardan okuduğun kitaba, yaşadığın çevreden yemek masasında oturduğun yere, hayatta yaşadığın yoksunluklardan annenizin kapıcınıza davranış tarzına, seçtiğin eşten yaptığın işe kadar pek çok etken bulunur, nokta.
İnsanlar farklıymış.
Herkes senin gibi düşünmüyormuş, bu çok normalmiş.
Senden farklı düşünenler, senden daha iyi ya da daha kötü değilmiş.
Senden farklı düşünenleri anlayabilmek için, CD masasının etrafındakilerle arada bir faraza da olsa yer değiştirmek gerekiyormuş.
Bu yolculuk sırasında bulunduğun yerde gördüklerin seni mutlu etmediyse, oraya ait değilmişsin, olmaya da çalışmamalıymışsın, kendini kandırmamalıymışsın. Mesela, çok zenginmişsin gibi ya da çok derin bir sanat zevkin varmış gibi davranma, komik olurmuşsun. Ağıza afiyetle alınıp (bu senin kendini oraya ait olduğunu zannettiğin dönem), çiğnenip (bu senin sınandığın dönem) tükürülmekten (bu senin dışlandığın dönem) öteye gidemezmişsin.
Bu yolculuğa çıkmaya zahmet etmiyorsan, en azından onları kınamamayı veya onlara özenmemeyi bilmeliymişsin.
Bulunmayı istediğin yer, -iyi ya da kötü- farklı bir birikim gerektiriyormuş ve sen onları biriktirmeden zeplinle inemezmişsin. Çiğ görünürmüşsün.
Bulunmayı hiç istemediğin yer, -iyi ya da kötü- ancak orada bulunanın yaşadıklarını onların gözüyle sınadığında da kötüyse gerçekten bulunulmaması gereken bir yermiş... Orada hiç yaşayamazmışsın.
Bu yazıya da, şöyle bir final yakışırmış :
Kınadığın şey, birgün senin de başına geldiğinde ne yapacağını düşün. Bu durumda yapabileceğin en berbat şeyi düşün... Kınadığının yanında, aynı durumda yapmayı tasarladıkların çok asil kalıyorsa, içinden -ama sadece içinden- şunu söyle: İğrenç, iğrenç, iğrenç!!!!!!!!!
Pazartesi, Nisan 03, 2006
DELİRDİM
Hayırdır inşallah!
Bana gelirler bazen böyle...
Hayatımda çok berbat şeyler olacağını da içimdeki ses haber vermişti. Haklı çıktı şerefsiz...
Bu sefer de haklı çıkacak.
Ben obsesif miyim?
Siz hiç hayatınızda, "52'lik desteden kupa as'ı keseceğim" deyip kestiniz mi?
Şans mı?
Pekiii, kafanızdan, sadece blöf yapmak için uydurduğunuz, iki kişi arasındaki konuşmanın bire bir gerçekleştiğinin teyidini aldınız mı?
Şans?
Rüyanızda, çok sevdiğiniz birinin aşık olduğu adamın evli olduğunu gördünüz ve bu doğru çıktı mı?
Büyyyük tesadüf...
Seansım 50 YTL şekerim, beklerim...
Çooook güzel şeyler
Ama çoook güzel şeyler
Çok çok güzel şeyler olacaaaaak!
Pazar, Nisan 02, 2006
YA BUGÜN SON GÜNSE?
Çünkü ansızın öleceğiz, ayrılacağız birbirimizden."
MEVLANA
Mevlana'nın hangi sözü üzerinden düşünmeden geçilebilir ki?
Bu sözü okuduğum andan itibaren etkisi altındayım. Ya bugün son günse?
Kalbini kırdıklarımı düşündüm...
Çok kişi tutmadılar.
En çok annemin kalbini kırıyorum, herkes gibi... Anneler ne için?
Bazen yeğenlerimin kalbini kırıyorum, o da yanlış davrandıklarında, doğruyu göstermek için.
Doğruyu göstermenin başka yolları da var tabi ki, ama ben beceremiyorum. Sevdiklerimin yanlışlarına olabildiğince tahammülsüzüm. En zehirli sözler, en kırıcı kelimeler farketmeden çıkıyor berbat ağızımdan. (Sesi büzüşesice...)
Ablamın kalbini kırıyorum, çok yemek yiyip hala şişmanlamakta olduğu için.
Şunu farkettim: Ben çok sevdiğim insanların kalbini kırıyorum. Niyetim iyi, hatta çok iyi ve çok saf. Ama tarzım berbat, ham... Tutamıyorum kendimi, yardıma ihtiyacım var bu konuda... Onlar da alıştılar aslında. O kadar alıştılar ki, söyleme tarzımı değil, söylediklerimi ve niyetimi dikkate alıyorlar. Yani benim düzelmem gerekiyorken, onlar beni düzeltiyor...
Ne yapayım, seviyorum sizi... Yanlış yapmanıza tahammül edemiyorum.
Başka da kimsenin kalbini kırmadım -sanırım-.
Benim gözümde, bu tarzımla, kalbini kırmaya değer insan yok etrafımda...
Ya benim kalbimi kıranlar? Onlar da çok değil... Kalbimi kırmaya çalışan çok, ama başaranlar tüm hayatım boyunca bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az... ('Hayatımın bir dakikasını bile üzüntüyle geçirmeme değecek insan mı, değil mi' ölçüsü üzerinden gitmeye başladığımdan beri)
Ya bugün son günse?
Affettim sizi... Niyetiniz kötü de olsa affettim.
Sizler, benim kalbimi kırabilmeye değer gördüğüm insanlarsınız... Demek ki hala yeriniz var kalbimde. Belki hacminiz değişti, o kadar.
Affettim sizi keratalar...
Bir de küstüklerimi düşünüyorum... Düşününce buluyorum ki, ben kimseye küsmüyorum. Sadece artık o insanları hayatımın bir yerine yerleştiremediğim için, görüşmüyorum, bu kadar basit... Kavga yok, kalp kırma yok.
Daha düşünecek çok şey var bu konuda.
Ya bugün son günse?
Pişmanlıklar, ayrılıklar, değenler, değmeyenler, unutulanlar, kırılmayı hakedenler, vefasızlık ettiklerim, farkında olmadan kalbini kırdıklarım ve hala farkına varamadıklarım...
Kötüleri Allah'a, iyileri kalbime havale ediyorum...
NASUL EVLENİRUM?
Uçumize de yazik değil mu?
*Dün seyrettiğim dizide kız böyle diyordu dostuna...