Cuma, Nisan 07, 2006

HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.3

+Hamileyim galibaaa!
-Hey hoy, lay lay lom!
+Aldırıcam galibaaa!
-Ha?
+Aynı şeyleri ikinci kez yaşamak istemiyorum. Kilolarımın üstüne kilo binecek, lohusa depresyonu, baba depresyonu, aileler yarışıyor curcunası, hangimizin annesinin kucağında daha çok durdu çekişmeleri, uykusuzluk, yorgunluk, karışıklık... Korkuyorum be kardeş...
-Saçmalama, doğuracaksın! Yüzüne bakmam, yeğenimin üzerine yemin ederim. (En etkili yeminim)
Hala yüz yüze bakıyoruz ablayla.
Tamam, bir insanı vücuda getiren, birbirine aşık leyleklerdir herşeyden önce. (Baba leylek, anne leyleğe "al karım, seni seviyorum, bu da sevgimin ibaresi tohumum"der. Olay böyle başlar. Belki de hikayenin içinde leylek yoktu... Yoktu, değil mi? İnsan anne babaydı onlar...)
Ama burada durum, farklı. Tohumu yapan onlar da, tohumun toprağa kavuşması için hayatını ortaya koyacak bir damarla ısrar eden, benim.
Ona her baktığımda, ama öyle alelade değil, içim kopa kopa baktığımda, gözlerim dolar. Bir insanın hayatta olmasının (hayat bulmasının değil) en büyük sebebi olmak garip bir duygu. Bir yanda gurur ve sahiplenme, diğer yanda tarif edilemez bir sorumluluk duygusu.
Ben kimsenin hayatını kurtarmadım. (Aslında kurtardım, ama bu, çok az kişinin bildiği, acı bir hikayedir.) Sadece, birinin hayata gelmesi için, ona hayat verene ölümüne baskı yaptım. "Yüzüne bakmam dedim, ölümü gör dedim, karar vermenin sorumluluğu ve onu kaybetmenin acısını taşıyabilir misin dedim, korkma dedim, beraber bakarız dedim, oğluma bir kardeşi çok görme dedim, sen olmasan ben, ben olmasam sen ne yapardın ey kardeşlik dedim, dedim de dedim... Tutturdum da tutturdum... Tuttuğumu da kopardım.
Bundan sekiz yıl kadar önce, abisi gibi hummalı bir doğum hikayesiyle değil de, göz açıp kapayana kadar dünyaya gelen ikinci oğlum doğdu.
Aslında doğumuna, dünyaya gelmesine karar verilmesinde sadece benim payım olduğunu düşünmek, fazla sahiplenici. Ama ben öyle hissetmek, öyle bilmek istiyorum. Garip bir şekilde hoşuma gidiyor. Zaten annesi de, "bu, tamamen senin eserin" diyor. Koltuklarımın kabarmasından kollarım havada geziyorum.
Sen yaşıyorsun, çünkü ben, sen daha milimetrik bir organizmayken, kalbin henüz oluşmamışken, o kocaman kara gözlerinin bu kadar güzel olacağı ve beyaz rengin sana bu kadar yakışacağı belli değilken, yaşamanı çok çok çok istedim.
Hani ağlak demagojik söylemler vardır: "Şu dünyaya gelmeyi ben mi istedim ulan? Ben mi seçtim? Keşkem getirmeseydiniz beni bu yalan dünyaya!"
Demez, derse üzüntümden ölürüm, kahrolurum.
Yine garip bir şekilde, tüm bunlardan ötürü, onun mutluluğundan annesi babası kadar kendimi de sorumlu tutuyorum.
Ay, bir de bana benzetmiyorlar mı onu? "Yok canım, bu benim güzelleşmiş halim" diyorum ama, için için mutluluktan çatlıyorum. Güzel ya da çirkin, şu dünyada bana benzeyen bir çocuk var.
Annem diyor, huyları da benziyormuş.
Mağrurluktan çatlar, asla özür dilemez... Gönlünü almak için sevgi gösterileri yeterlidir. Pohpohlanmayı sever. Dalga geçildiğinde hırsından çatlar. Koklamaya, kucak kucağa yumulmaya bayılır. Damarı tutunca o masum suratı yirmi yıl yaşlanır. O ne celallenmek öyle! Esti mi tam eser. Sakin sakin kendi başına arabalarıyla oynarken bir hışımla gider odasına, yarım bıraktığı resmini boyamaya başlar. Gel-git akıl... İşgüzardır. Boyu yetişmeye başladığından beri, evdeki tüm gereksiz ışıkları o söndürür söylene söylene. Eşyalarını sahiplenir, sevmediği kimseye elletmez... Sinsiliği, gizliliği hiç bilmez.
Hep şunu merak ediyorum: Bir insan, kendi çocuğunu daha fazla nasıl sevebilir? (Her iki yeğenim için geçerli)
Cevap veriyorlar: Anne olunca anlarsın...
Anlamaya çalışıyorum, kendimi zorluyorum, daha öte bir sevgi hissedemiyorum. Üst limitteyim. Canımı verme limiti...
Anne olacak mıyım acaba?
Eskiden çok üzülürdüm, kahrolurdum. Yaş otuzu geçti, adam benim doğuracağım bir çocuğu istemiyor diye... Derken yaş otuzbeş etti, adam gitti...
Şimdi fikirlerim değişti. Anne olmak o kadar önemli değil, annelik yapmak önemli. Bir çocuğun mutluluğu için çabalamak, kalbinde en ufak kalıcı hasara sebep olmamak, sevdiklerine ve kendine güven duymasını sağlamak, kendinden önce onu düşünmek, ona doğru değerler verip, düzgün bir insan haline getirmek herşeyin üzerinde.
Yoksa onu en iyi okula gönderip, kızı baleye oğlanı tenise yazdırıp (şu yazdırma tabiri komiktir), gerekli durumlarda özel dersler aldırıp, tatil köylerinde bakıcılara palyaçolara teslim etmekle yasak savılmıyor.
Ona iyi örnek olabiliyor musunuz, bu önemli. Sizden, sizin düzeninizden ve hayata tavrınızdan ne gördüyse, hayatta üç aşağı beş yukarı onu tekrarlayacak, bunun farkında mısınız? Ona örnek olabilecek kadar kendinize güveniyor musunuz?
Evli sevgilisiyle küçük çocuğunu bir arada bulundurabilen ve durumu çocuğunu rahatsız edecek hale kadar getirip babaya yapılan bir şikayetle enselenen evli kadınlara da "anne" deniyor da...
Yine saygıyla eğiliyorum.

Hiç yorum yok: