"Burası ikimizin özel yeri olsun. Kimseye söyleme."
Evlerimizin bulunduğu sitenin karşısındaki şeftali bahçesinin köşesinde, bir kara dut ağacının doğal şemşiyesiyle kapanan minicik, sığınak gibi bir yer...
Bisikletle gezinirken bulduk orayı. Atilla ve ben. Mavi gözlü, neredeyse beyaza bakan sarı saçlı, kalın gür kaşlı, Atatürk gibi bir çocuk. 11-12 civarlarındayız... Her yaz, yaz başından sonbahar başına kadar gördüğüm ama -öyledir genellikle- ikimiz de Ankara'lı olmamıza rağmen Ankara'da görüşmediğim yazlık arkadaşım. Adı üstünde: Yazlık arkadaş. Kışlık arkadaşlar başka.
Çeteyiz o zaman. Bisiklet çetesi. Sürü gibiyiz. Yaramazlık da yapıyoruz, arama kurtarma operasyonu da... Adeta "Afacan Beşler" ya da "Gizli Yediler"iz. Ne beşleri yedileri, onbeşler, onyedileriz.
Çetebaşı Levent Abi. Seçimle geldi. Karşı blokta üst katta oturuyor. Köpekli Can Abi'lerin yanındaki evde. ("Ağabey" olarak yazmamakta ısrarlıyım. Gıcık bir görüntü veriyor.)
Levent Abi'ye aşığım için için. Hem yakışıklı, hem de topluca dondurma almaya gittiğimizde mesela, "önce kızlara verin" gibi kibar sözler sarfediyor. Bir kere bisikletten düştüğümde tüm çeteyi durdurup, bisikletinden inip yanıma gelip, yaramı yaprakla sarmıştı. Kahramanım Temel Reissss! Ben onun için küçük bir kızım. Ama sürekli yanında gezdirdiği, herkesden çok koruyup kolladığı, uydurduğu şiirlere katıla katıla güldüğü kız kardeş mahiyetindeydim. Bisikletinin kilit şifresini de bir ben bilirdim. Bir keresinde de, şişmanlıktan şortum bir uçtan bir uca yırtılmış, farkında değilim. Kulağıma usulca eğilip "Eve git de kot şortunu giy, o sana daha çok yakışıyor" demişti. Bu kadar da asil bir çocuk yani...
O zamanlar bir yıl bile çok önemli yaş farkı açısından.
-Kaçlısın?
-Yetmişbirli!
-Küçükmüşsün.
-Sen?
-Yetmişliyim...
Atilla'dan hiç hoşlanmıyorum aslında. Bana uyuz ve sinsi geliyor. Çekirdek bile ikram etsek, almıyor. Kimseden birşey almaz, kimseye de birşey vermezmiş. Tam adamım, tam! O şeftali bahçesine de görev gereği gitmiştik. Ölen kediye mezar yeri bulunacak!!! Levent Abi'ciğim de aramızı mı yapmaya çalışıyordu ne? Dönüşte de bisikletlerimizi girişe bağlayıp evlerimize kadar yürürken kolunu omzuma atmıştı uyuz Atilla... Ben de durumu idrak ettikten iki saniye kadar sonra bir anda bir tekerleme uydurup seke seke yürümeye başlamıştım. Doğal olarak Atilla'nın eli pat diye düşüvermişti omuzumdan. Salak Atilla... Bir süre sonra iyice gözümden düştü. Çetedeki bütün kızları birer birer malum şeftali bahçesine götürüp "Burası bizim yerimiz olsun, kimseye söyleme" demiş. Ablama bile! Atilla 'nın geleceğinin kadınlarla ilgili kısımlarının temelleri atılmaya başlamıştı o zamanlar herhalde. Ama bana kalırsa, "Atilla'nın zavallı kadınları" değil, "Zavallı Atilla" olacak gelecekte. (Olmuştur korkarım)
Melek vardı... Babası askerdi. Babasıyla siz'li biz'li konuşur ve ona şakadan değil, ciddi ciddi "generalim" derdi. General ve ailesi birkaç yıl sonra Amerika'ya gittiler. Derken, yıllaaar sonra, bir arkadaşımın üniversite mezuniyet töreni fotoğraflarında seçip tanıdım Melek'i... Sınıf arkadaşı... Selam gönderdim, o da bana gönderdi. Telefon numaramı gönderdim, aradı. Buluştuk, yemek yedik. Fotoğraflardan çok belli olmuyordu. Ayan beyan obez olmuş. Bir de lezbiyen... Kendi söylemişti, ordan biliyorum. İnsanın garibine gidiyor. Yeni yetme cılız kız çocuğu, 25 yaşında obez ...
Sedef vardı. Babası kuaför. Aydın'lılar. Beline kadar inen çadır gibi saçları var. Bir de çirkin, sormayın. Ama bu kadar mı cilveli olunur? Bazı kadınların ruhunda var bu herhalde. Gargamel gibi kız, herkesi peşinden koşturuyor; kalem gibi, güzeller güzeli ablam da "Can benden hoşlanmıyor" diye her gece ağlıyor.
Neyse ki canım Levent Abim, "Bu kızın gülmesi midemi bulandırıyor" demişti. Asil kadınlardan hoşlanacak büyüyünce, belli... (Öyle olmuştur, umarım)
Hasan-Hüseyin kardeşler ve kızkardeşleri Melike Sultan var. Çok zenginler, ama parayı gömen esnaf ailelerden... Gömün, gömün. Hasan ile Hüseyin az daha büyüyünce çıkaracaklar gömüyü ortaya, çatır çatır yiyecekler pavyonlarda. Gidişat öyle çünkü. Hasan, annesinin altın zincirini yürütüp Sedef'e hediye etti. (Herkes bilmiyor, Melike sır verdi. Annesine söylerse Hasan onu -yine- dövecekmiş.) Hüseyin Serkan'a sinirlenip bisikletinin lastiğini çakıyla paramparça etti ...
Ebru var, alt komşumuz. İstanbullu. Bir havalı giyiniyor ki... İstanbul havası. İmrene imrene bakıyoruz aklı evvel yeni yetme kız çocukları olarak. Mavi ojeli uzun tırnakları, pullu Converse'leri var. Bazen deri takımlar giyiyor. (Ben de arkası yırtık şortlarla dolaşıyorum!) O çocuk aklımla imrendiğim kıyafetlerin aslında görgüsüzlük abidesi olduklarını, şimdi düşününce anlıyorum. İsilik yapar o deri takımlar yaz sıcağında be!
Bizim orada gerçek sosyal hayat akşam yemeğinden sonra başlardı. Herkes akşama kadar yer, içer, siesta yapar, denize girer, okey-tavla oynar, basket atar, akşam olunca eve gelir, yemek yerdi. Herkes kendi yaşı çapında süslenir, dışarı çıkardı.
Nazilli'li Şebnem-Meltem kardeşler var. Öyle çok çıkamıyorlar geceleri dışarı. Açık hava sinemasına gideceğimiz zaman sadece... Ama onun da şartları var: Babaları önce yan komşuları olan sinema sahibine o akşamki filmin kızları için uygun olup olmadığını soruyor. Uygunsa, kızlar bizimle grup içinde, baba ve anne arkamızda bir yerlerde oturmak suretiyle sinemaya geliyorlar.
Şebnem'le Meltem'in babasının sinemaya geldiği günler çok sevimsiz. Korku filmi varsa eğer, hiçbir kız, yanındaki hoşlandığı çocuğa "Ay, çok korktum, bitince haber ver" deyip sarılamıyor. Film sıkıcıysa, hiçbir oğlan, yanındaki hoşlandığı kızın boynuna "Ay, uykum geldi, film bitince uyandır" diyerek kafasını düşüremiyor. Hiçbir birbirinden hoşlanan, aynı şişeden kola içemiyor, aynı çekirdek külahının içinde ellerini birleştiremiyor. Gardiyan baba...
O gardiyan baba, bir akşamüstü, bizim bloğun önüne, evinin de önüne, bir araba dolusu adamla geldi. Hiç unutmuyorum: Ebru bize fosforlu pembe oje sürüyordu, ön kapımızdaki avluda. Hepsi dut gibi, küp gibi... O bir araba dolusu adamın iki tanesinin topuklu tahta terlikli kısa şortlu sarışın ablalar olduğunu bir kahkaha bombardımanıyla arabadan topluca indiklerinde anladık. Kızların annesine aşağıdan bağıra bağıra, peltek peltek birşeyler söyledi gardiyan baba. Anne de bir iki dakika sonra bir çift plastik terlik ve gömlek gibi birşey verdi yanına gidip, ağlayarak eve döndü. Bir araba dolusu hayvan da, oyun havaları eşliğinde böğürerek arabaya doluşup şehire doğru yol aldı... Namuslu gardiyan baba...
Mercan vardı.. Ablası ve anneannesiyle gelirlerdi. Ev onların değildi. Her sene başka bir evi sezonluk kiralarlardı. Bu nedenle bazen yakın komşu olurduk, bazen uzak... Onunla çok eğlenirdik. Kendi kendimize yalandan radyo programları yapar, kıkır kıkır gülerdik. Herkes de bizi bayıla bayıla seyrederdi. Sonradan tiyatrocu oldu, dizilerde oynadı çok ünlü oldu. Belliydi, belli...
Bir de Murat'a aşık olmuştum bir süre. 'Uzaktan beğeni' mahiyetinde. Çok uğraşırdım onunla. Pişti filan oynarlarken çaktırmadan yere eğilip iki ayakkabısının iplerini birbirine bağlardım, kalkınca düşerdi. Nefret ederdi benden eminim...
Hamit de benden nefret ederdi. Önceleri çok severdi, ama bir akşam çok üzücü bir olay yaşadık!!! Ablasından kavga dövüş izin koparıp tek akşamlık giyebildiği beyaz merserize kazağına boylu boyunca pomfrit (pommes frittes, mon amour) sosu döktüm yanlışlıkla. O günden sonra ailecek benden uzak durdular.
Güneş, belki de ilk aşkımdı. (Aslında ilk aşkım, Tolga diye bir çocukmuş. 3-4 yaşında Bodrum'da vurulmuşuz birbirimize. Sabahtan akşama kadar kumda beraber oynayıp, öğle yemeği vakti gelince ağlaya ağlaya ayrılırmışız birbirimizden. Onun babası "Heh hheh, çapkın oğlum, yürekler de yakarmış" dedikçe babam çok bozulurmuş... Ne olacaksa bebelerin aşkından? Baba yüreği işte... Bunları hatırlamıyorum. Annem anlatmıştı)
O halde değiştiriyorum, Güneş benim hatırladığım ilk aşkımdı, herhalde. Tek bir yazlık... Sitemizin yegane gençlik fırtınası alanı "Shiwa Disco"da hediyesi şampanya olan bir yarışma yapılmıştı. Biz de Güneş'le katıldık. Şampanya'yı ne yapacaksak? Ne anlarız? Allah'ım, onları yaptığımı hatırladıkça, kendimden utanıyorum: Önce sandalye kapmaca, tek erkekler kategorisi... Sonra balon toplamaca, tek bayanlar kategorisi, veee en son, yoğurt içinden fındık bulmaca!!! Beş çiftiz. Koca birer tabak yoğurt. Kızlar oğlanlara yediriyor, oğlanların gözü bağlı... Bilirsiniz işte... Beni sinirsel bir gülme sardığı için Güneş'e yediremiyorum bile. Derkenn, Güneş fındığı buldu!!! Kazandık! Etrafımız sarıldı, alkışlar, ıslıklar ve evet, evet söylüyorum, Hotel California eşliğinde slow dans... (Allah'ım, küçücük kaldım) Şampanyayı Ata'nın ablası kaptı, götürdü. Biliyorum, plaja gittiler.
Bu yarışmadan sonra Güneş'le bir yakınlaşma, bir yakınlaşma... Güneş, ertesi akşam sinemada bana kolunu atmıştı. Atmakla kalmayıp, kolunu dolandırıp parmaklarını dudaklarımda gezdirmeye başlamışdı. Ben de panikleyip dudaklarımı "mmm" yapıp ağzımın içine kıvırmıştım. Çocukluk işte... Düşündükçe gülüyorum, hem kendime, hem de Güneş'e... Biraz da popüler oldum galiba. Ata, ben ne zaman Güneş'le yan yana yürüsem dirsek atıp aramıza giriyor. Ama ben de Güneş'ten hoşlanıyorum herhalde ki onu umursamıyorum. Bu hoşlaşma durumu, herhalde güzel birşeyler paylaşmanın sonucu gerçekleşti. İkimizin güzel bir anısı oldu, ondandır. İlişkileri ayakta tutan da bu değil mi? Paylaş, ortak geçmişini düşündüğünde yüzün hep gülsün.
Bu yazlık maceraları bana çok şey öğretmiş, farkına varmadan. Bugün, bu yaşadıklarıma şimdiki aklımla yorum yapabildiğimde farkediyorum bunu...
Çocukluğu çocuk gibi yaşamak, çocukken yoz küçük kadıncıklara dönüşmemiş olmak, arkadaşlık, kıymet bilme, temel sempati değerlerinin oluşması (benim Levent Abi'ye hayranlığım gibi), babaların hepsinin -benimki gibi- iyi olmadığını anlamak, annelerin hepsinin -benimki gibi- güçlü ve kişilikli olmadığını anlamak, erkeklerin daha çocuk yaşta bile, kitibiyoz kızlara hoş görünmek uğruna yapabildiği aptallıklar, boşverdikleri değerler, grup bilinci, dostluk bilinci... Bunların hepsi ve daha birsürü hatırlayamadığım görmüş geçirmişliklerim, ta o zamanlarda oluşmaya başlamış...
İyi ki yaşamışım be!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder