Bugün uzun zamandır görmediğim bir arkadaşıma uğradım. Aslında pek görüşmek istemiyorum. İyidir, hoştur lakin biraz boştur. Merakını tatmin etmek uğruna canımı yaktığından bihaber, sorar da sorar saf saf, ben sormadan da anlatır herşeyi daha saf daha saf... Suuuuussss! Duymak istemiyoruuuum... Merak etmiyoruuuuum!
Çok şeker bir kızı var. 18 aylık zannedersem... Onu en son, ilk doğumgününde görmüştüm. Çok büyümüş.
Neyse, bahsedeceğim bu değil.
Bu şeker bebecikle oynarken, oyuncaklarının arasında bir bilgisayar müsveddesi gördüm! Evet, evet, 18 aylık bebeciğin oyuncaklarının içinde minyatür bir bilgisayar var! Annesi, mannesi beni hiç ilgilendirmez. Derhal hesap sordum. O almamış, doğumgününde hediye gelmiş... Bir sürü hediye dolduğu için kimin getirdiğini de hatırlamıyor...
Bu ne hırstır be? Bu ne zıvanadan çıkmadır? Küçücük bebeğe oyuncak bilgisayar almak neyin göstergesidir? Yavrumuzu şimdiden geleceğe hazırlamak mı demek oluyor bu? Alışsın görüntüsüne, tuşlarına filan... Bilmediği için mutsuz olmasın... (Daha doğrusu ana-babasını mutsuz etmesin) İleride de ilişkiyi sadece bilgisayar ekranlarında kuran, eğlenmeyi sadece bilgisayarla mümkün birşey sanan bilgisayar bağımlısı, sosyalleşememiş, mankafa çocuklardan olsun...
Bu zavallı çocuklar, daha da zavallı ana-babalarının hırslarının gölgesinde mutsuz mutsuz çocukçuluk oynayacaklar, izin verilirse... Bu oyuncağı üreten zihniyete de, bunu bir bebeğe hediye olarak verene de, onunla bebeğini oynatana da teessüflerimi bildiririm, umurlarındaysa...
Vallahi, biz sokak ortasında top koşturarak, bebeklerle oynayarak büyüdük... Ne zekamızdan birşey kaybettik, ne mutluluğumuzdan...
Cuma, Mart 31, 2006
Perşembe, Mart 30, 2006
KIRŞEHİR GÜNEŞİ
Hayatımda ilk kez göreceğim birşey... Büyülü birşey... Ürkütücü birşey... Yaşamak istediğim birşey...
Yaşayacağım nihayet!
İnsanları peşimden sürüklemek o kadar kolay olmadı. Hele Kırşehir'e ikna etmek, hiç!
Neden Kırşehir? Belki de günlerden birgün "haydin, toplanın Kırşehir'e gezmeye gidiyoruz" denebilecek bir yer değil. Belki de bunu görebilmek için gideceğim en yakın yer...
Belediye sağolsun, çeşitli aktiviteler düzenlemiş. Şehir merkezindeki Caca Bey Cami'sinin bulunduğu meydanda davullu zurnalı bir kalabalık var. Halk oyunları ekipleri zıp zıp zıplıyor, yaramaz çocuklar ortada koşturuyor, meraklı teyzeler amcalar çekirdekleri eşliğinde yerlerini almış, okuldan kaçan liseli beyler bu panayır ortamında kızlara hoş görünme telaşında...duyan duymayan gelmiş. İstanbullusu, Ankaralısı, Hollandalısı, Almanı, kameralısı, dövmelisi, TÜBİTAK'ın internette yayımladığı güneş filtresini üşenmeden yapıp geleni... Gezinirken, gençten biri, arkadaşına şöyle diyor: "Bu ne la? Bütün enteller dolmuş..." Belediye görevlisi arada bir hoparlörle anons yapıyor: "Lütfen efendim, bu şekilde itişmeyelim!!!"
Biz meydanı öylece bırakıp, tepedeki parka çıktık. İyi de yaptık...
Arada bir bizi uzaylı gibi gösteren komik gözlüklerimizle güneşe bakıyoruz. Ucundan azıcık gitmiş... Daha 1 saate yakın var... Bu tepe çok mu rüzgarlı, yoksa güneş "ben tutuluyoruuuum" diye mesaj mı veriyor? Rüzgar gittikçe şiddetleniyor.
Yemekler yeniyor, gülüşülüyor derken garip bir gölgenin varla yok arası, hissettirmeden ortalığı karartmaya başladığını farkediyoruz... 10 dakikaya yakın bir zaman var...
İnsanlarla ilişkimi kestiğim anlar başlıyor. Herkesi uyardım. Bundan sonraki 15 dakika beni yok bilin... "Ay ay gördün mü, ne hoş gibi boş şeyler söylemeyin. Hayatımda sadece 1 kez yaşayıp görebileceğim bir şeyin tadını kendimle başbaşa çıkarmak istiyorum..."
Komik gözlüklerimi taktım. Güzelce çimenlere yattım. Üşüyorum, hem de çok... Dua etmeye başladım. Bildiğim bütün duaları okudum. Sevdiğim herkes için dua ettim. Eğer öyle birşey varsa, bu olağanüstü olayın sevdiğim herkese şans getirmesini diledim.
Ve o an... Birkaç saniye içinde gece oldu! Hayatımda böyle olağanüstü birşey görmedim... Ortalıkta rüzgarın sesinden başka ses dolaşmıyor... Yemin ederim, bu güzel bahar gününde kuş sesi bile çıkmıyor.Herkesin tüyleri diken diken, eminim. Duaya devam... İster istemez ayağa kalktım, etrafa bakıyorum. Olmaz böyle şey, olmaz!
O sırada, dua ederken unuttuğum birşeyi farkettim... "Güzel Allah'ım, hayatta her şeyi yerli yerine koyuyorsun, sana teşekkür ederim!
Güneş'in sadece birkaç dakika için gündüz vakti ortadan kaybolması... Karanlık, soğuk, kasvetli... Birkaç dakika için yaşanılası, ömre bedel bir deneyim.
Doğada herşey o kadar yerli yerinde, o kadar dengede ki. Güneş de yeteri kadar uzak. Yaşabilmemiz için zamanı gelince yeterince soğuk, zamanı gelince yeterince sıcak... Yeterince gündüz, yeterince gece... Herşey ince ince işlenmiş, müdahele edilememecesine...
Bu olağanüstü düzeni bozmaya kimsenin gücü yetemez...
İyi ki varsın Güneş... Bir daha asla zamansız kaybolma...
Salı, Mart 28, 2006
HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.2
HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.2
Onu üç küsur yıl kadar önce tanıdım. Bir Pazar günü... Leonardo* ile yine kavga etmiştik. Ben çatıdaki odaya çıkmıştım. Son zamanlarda sıkça yaptığım şeyi yine yapacaktım. Neredeyse vazo kadar bir kupa dolusu bol sütlü kahve, sigara ve telefonumun eşlik edeceği, boşluğa bakarak aptal aptal düşünme**, ağlama, yine düşünme, yine ağlama, kendine kızma, kendini toparlama, mağrur bir şekilde aşağıya inip hiçbir şey olmamış, hiç ağlamamış gibi davranmaya çalışma, kendini zorlama, rol yapamama, suratımdan düşen parçaların fazla gürültülü olması, kaçmak istemek, koşarak nereye kadar gidebileceğini düşünmek, ablana ya da annene gitme isteği ama onların beni bu halde görmesine izin vermemek, hayatta hiç tarzın olmadığı için (gururlanarak söylemiyorum, hiç iyi bir şey değil) bir dostuna gidip ağlayamamak, belki de dostun olmadığını düşündüğün için kimseye açık vermemek düşüncesi...
Son zamanlarda tipik bir hafta sonu rutini olmuştu bu yaşadıklarım... Şimdi düşünüyorum da, akıttığım tek bir göz yaşına değmezmiş... Yoğun baskıdan, olan bitene anlam verememekten kaynaklanan şaşkınlık, mutsuzluk, yakıştıramamak, konduramamak, kendini değersiz hissetmek...
İçim buz gibi oldu... Ben ciddi ciddi depresyon geçirmişim... Hatırlamak istemediğim günler...
Yukarıdayım... Kahvemi yarılamış, ağlamaktan yeterince yorgun düşmüştüm. Kapının çaldığını duydum. Telaşlandım, çünkü kimsenin beni öyle görmesini istemiyordum. "Umarım aşağıdaki, evde olmadığımı söyler, her kim geldiyse" diye geçirdim içimden. Bir hareket, bir telaş başladı evin içinde... Konuşmalar, gülüşmeler... Bir-iki dakika sonra cep telefonumda bir mesaj: "Köpek geldi" Leonardo'dan... Ne? Ne köpeği? Bize mi geldi? Kimin köpeği? Ben köpek sever miyim? Hiç düşünmedim. Nasıl birşey? Bazıları beni çok korkutur.
Tahta merdivenlerimiz gıcırdamaya başladı... Ben aşağı iniyorum, o yukarı çıkıyor. Ortada buluştuk... Büyükçe, muhteşem renkli, çok sevimli, aşırı hareketli fik fik bir canavar... Fik fik, çünkü yaptığı tek şey her yerimi koklamak. Kuyruk sürekli hareket halinde. Popoyla birlikte sallanıyor. Çok sevimli, çooook!
Bir anda yüzüm güldü... Yere oturdum, sevmeye başladım. Ürküyorum ama hoşuma da gidiyor. Hayatta köpek okşamışlığım yok...mu? Var. Monster. Bundan 20 yıl öncesi, yıllarca gittiğimiz Gölbaşı'nda bir restoranın bahçesindeki Monster. Bir kurt. Hem de ne kurt. Baba gibi. Onu elimle beslerdim, o da patilerini omuzlarıma koyup benim yarım kadar daha yüksekliğe ulaşarak eğilip yüzümü yalar, teşekkür ederdi. Yıllarca bizimkiler için oraya gitmenin adı "Chez le Belge'de yemek yemek", benim içinse "Monster'a gitmek" oldu.
Neydi? Misafir köpeciği okşamaya başlamıştım. Leonardo da yukarı çıktı. Birkaç saat önce yaşadığım herşeyi unutmuştum. "Kalsın mı?" dedi, "Kalsın" dedim.
10 aylıktı. Daha önceki sahibi (şu "sahip" lafından hoşlanmıyorum) bekar bir doktor kızcağız. İyi birine benziyor ama biraz dağınık. Bakamamış Bilbo'ya. Önceki adı Bilbo'ydu bizimkinin. Sonra bir gecelik bir mesai sonucu güzel bir isim koydum oğluma.
Geçtik salona, gelenlere "hoşgeldin" dedim, kızla helalleştik, Leonardo ona yemek, yemek kabı, tasma, oyuncak almaya gitti. Kaldık mı başbaşa?
Fik fik dolaşıyor etrafta. Evde burnunu sokabildiği her yeri kokladı. Biraz hiperaktif galiba... Doktora mı götürsek ne? Hani şu, sadece çocuk olduğu için yerinde duramayan yavruları bir koşu psikiyatra götüren ilgili!!! ana-babalar gibi.
Mutfağa giriyor! Girmesin. Ben sevmem öyle mutfakta tüylü yaratık. Laf da dinlemiyor ki... N'apacağız, bilmiyorum.
Kapı çaldı, Leonardo geldi. Kapı çaldı, Leonardo'nun haber verdiği arkadaşlarımız geldi. Ne o, artık köpeğimiz var. Leonardo'nun kafasındaki tabloya cuk diye oturan bir figür daha. "Bahçeli ev ve köpek" Ama bilmiyor ki şekil olsun diye evimize gelen bu tüylü sevimli şey, onun kafasındaki mutluluk tablosunda olması gerektiği gibi sabit durmuyor... Çişi var, kakası var, otur-kalk'ı var, gel-git'i var, dur-koş'u var, uykusuzluk var, yorgunluk var, emek var, ilgi var, özveri var... Onunla mutlu ve sorunsuz yaşamak istiyorsan, en başta emek vereceksin. (Her ilişkide öyle değil mi zaten?) Klişe: "Kötü köpek yoktur, köpeğin kötü sahibi vardır." Doğru, çok doğru... Şimdi karar verme zamanı. İyi bir sahip olacak mıyım, yoksa onun daha iyi bir sahibe mi emanet edeyim... Sorumluluk duygusu...
Çalışmıyorum o zamanlar. Rahatım yani. (Bir de bana sor) Oğlumla ilgilenecek bol bol zaman var.
İlk üç ayımız, oğlumdan nefret etmek ve sonra da böyle hissettiğim için üzülmekle geçti. Onun ne suçu var ki?
Üç ayımız neredeyse her sabah, o sabahki sürprizin evin hangi köşesinde konuşlandığını aramak, bulmak, eldivenleri giyip, halı şampuanını suya katıp neredeyse ağlayarak halı silmekle geçti. Leonardo'nun tek derdi ise, zıvanadan çıkıp oğlumu evden göndermek isteyebileceğim idi. E, ne duruyorsun o zaman, iki el atsana... Tek bildiğin canın istediği zaman onu dışarı çıkarıp "koş oğlum, tut oğlum" diyerek top oynatmak. Sorsana benim oğlum topu atınca getirmeyi nereden öğrendi? Aylarca emek verdim, elimden gelen her şeyi sabırla öğrettim ona. Kitaplar okudum, köpek sahipleriyle arkadaş oldum... Bazıları hala iyi arkadaşım... Köpek sahibi olmanın böyle güzellikleri de var... En azından 'oğluna' ya da 'kızına' birşey olduğunda hüngür hüngür ağlamanı anlıyorlar... Onunla insan gibi konuştuğunda içlerinden "deli galiba, köpeğe adam gibi laf anlatıyor" demiyorlar.
Onu üç küsur yıl kadar önce tanıdım. Bir Pazar günü... Leonardo* ile yine kavga etmiştik. Ben çatıdaki odaya çıkmıştım. Son zamanlarda sıkça yaptığım şeyi yine yapacaktım. Neredeyse vazo kadar bir kupa dolusu bol sütlü kahve, sigara ve telefonumun eşlik edeceği, boşluğa bakarak aptal aptal düşünme**, ağlama, yine düşünme, yine ağlama, kendine kızma, kendini toparlama, mağrur bir şekilde aşağıya inip hiçbir şey olmamış, hiç ağlamamış gibi davranmaya çalışma, kendini zorlama, rol yapamama, suratımdan düşen parçaların fazla gürültülü olması, kaçmak istemek, koşarak nereye kadar gidebileceğini düşünmek, ablana ya da annene gitme isteği ama onların beni bu halde görmesine izin vermemek, hayatta hiç tarzın olmadığı için (gururlanarak söylemiyorum, hiç iyi bir şey değil) bir dostuna gidip ağlayamamak, belki de dostun olmadığını düşündüğün için kimseye açık vermemek düşüncesi...
Son zamanlarda tipik bir hafta sonu rutini olmuştu bu yaşadıklarım... Şimdi düşünüyorum da, akıttığım tek bir göz yaşına değmezmiş... Yoğun baskıdan, olan bitene anlam verememekten kaynaklanan şaşkınlık, mutsuzluk, yakıştıramamak, konduramamak, kendini değersiz hissetmek...
İçim buz gibi oldu... Ben ciddi ciddi depresyon geçirmişim... Hatırlamak istemediğim günler...
Yukarıdayım... Kahvemi yarılamış, ağlamaktan yeterince yorgun düşmüştüm. Kapının çaldığını duydum. Telaşlandım, çünkü kimsenin beni öyle görmesini istemiyordum. "Umarım aşağıdaki, evde olmadığımı söyler, her kim geldiyse" diye geçirdim içimden. Bir hareket, bir telaş başladı evin içinde... Konuşmalar, gülüşmeler... Bir-iki dakika sonra cep telefonumda bir mesaj: "Köpek geldi" Leonardo'dan... Ne? Ne köpeği? Bize mi geldi? Kimin köpeği? Ben köpek sever miyim? Hiç düşünmedim. Nasıl birşey? Bazıları beni çok korkutur.
Tahta merdivenlerimiz gıcırdamaya başladı... Ben aşağı iniyorum, o yukarı çıkıyor. Ortada buluştuk... Büyükçe, muhteşem renkli, çok sevimli, aşırı hareketli fik fik bir canavar... Fik fik, çünkü yaptığı tek şey her yerimi koklamak. Kuyruk sürekli hareket halinde. Popoyla birlikte sallanıyor. Çok sevimli, çooook!
Bir anda yüzüm güldü... Yere oturdum, sevmeye başladım. Ürküyorum ama hoşuma da gidiyor. Hayatta köpek okşamışlığım yok...mu? Var. Monster. Bundan 20 yıl öncesi, yıllarca gittiğimiz Gölbaşı'nda bir restoranın bahçesindeki Monster. Bir kurt. Hem de ne kurt. Baba gibi. Onu elimle beslerdim, o da patilerini omuzlarıma koyup benim yarım kadar daha yüksekliğe ulaşarak eğilip yüzümü yalar, teşekkür ederdi. Yıllarca bizimkiler için oraya gitmenin adı "Chez le Belge'de yemek yemek", benim içinse "Monster'a gitmek" oldu.
Neydi? Misafir köpeciği okşamaya başlamıştım. Leonardo da yukarı çıktı. Birkaç saat önce yaşadığım herşeyi unutmuştum. "Kalsın mı?" dedi, "Kalsın" dedim.
10 aylıktı. Daha önceki sahibi (şu "sahip" lafından hoşlanmıyorum) bekar bir doktor kızcağız. İyi birine benziyor ama biraz dağınık. Bakamamış Bilbo'ya. Önceki adı Bilbo'ydu bizimkinin. Sonra bir gecelik bir mesai sonucu güzel bir isim koydum oğluma.
Geçtik salona, gelenlere "hoşgeldin" dedim, kızla helalleştik, Leonardo ona yemek, yemek kabı, tasma, oyuncak almaya gitti. Kaldık mı başbaşa?
Fik fik dolaşıyor etrafta. Evde burnunu sokabildiği her yeri kokladı. Biraz hiperaktif galiba... Doktora mı götürsek ne? Hani şu, sadece çocuk olduğu için yerinde duramayan yavruları bir koşu psikiyatra götüren ilgili!!! ana-babalar gibi.
Mutfağa giriyor! Girmesin. Ben sevmem öyle mutfakta tüylü yaratık. Laf da dinlemiyor ki... N'apacağız, bilmiyorum.
Kapı çaldı, Leonardo geldi. Kapı çaldı, Leonardo'nun haber verdiği arkadaşlarımız geldi. Ne o, artık köpeğimiz var. Leonardo'nun kafasındaki tabloya cuk diye oturan bir figür daha. "Bahçeli ev ve köpek" Ama bilmiyor ki şekil olsun diye evimize gelen bu tüylü sevimli şey, onun kafasındaki mutluluk tablosunda olması gerektiği gibi sabit durmuyor... Çişi var, kakası var, otur-kalk'ı var, gel-git'i var, dur-koş'u var, uykusuzluk var, yorgunluk var, emek var, ilgi var, özveri var... Onunla mutlu ve sorunsuz yaşamak istiyorsan, en başta emek vereceksin. (Her ilişkide öyle değil mi zaten?) Klişe: "Kötü köpek yoktur, köpeğin kötü sahibi vardır." Doğru, çok doğru... Şimdi karar verme zamanı. İyi bir sahip olacak mıyım, yoksa onun daha iyi bir sahibe mi emanet edeyim... Sorumluluk duygusu...
Çalışmıyorum o zamanlar. Rahatım yani. (Bir de bana sor) Oğlumla ilgilenecek bol bol zaman var.
İlk üç ayımız, oğlumdan nefret etmek ve sonra da böyle hissettiğim için üzülmekle geçti. Onun ne suçu var ki?
Üç ayımız neredeyse her sabah, o sabahki sürprizin evin hangi köşesinde konuşlandığını aramak, bulmak, eldivenleri giyip, halı şampuanını suya katıp neredeyse ağlayarak halı silmekle geçti. Leonardo'nun tek derdi ise, zıvanadan çıkıp oğlumu evden göndermek isteyebileceğim idi. E, ne duruyorsun o zaman, iki el atsana... Tek bildiğin canın istediği zaman onu dışarı çıkarıp "koş oğlum, tut oğlum" diyerek top oynatmak. Sorsana benim oğlum topu atınca getirmeyi nereden öğrendi? Aylarca emek verdim, elimden gelen her şeyi sabırla öğrettim ona. Kitaplar okudum, köpek sahipleriyle arkadaş oldum... Bazıları hala iyi arkadaşım... Köpek sahibi olmanın böyle güzellikleri de var... En azından 'oğluna' ya da 'kızına' birşey olduğunda hüngür hüngür ağlamanı anlıyorlar... Onunla insan gibi konuştuğunda içlerinden "deli galiba, köpeğe adam gibi laf anlatıyor" demiyorlar.
Evet, çok emek verdim oğluma... O ne yaptı? Yaptığı aynen şuna benzedi:
Özene bezene ellerinle innncecik hamurlar açıp, cevizini fıstığını milim milim döşeyip, ince ince oklavaya sardığın, oklavayı hızla aradan sıyırıp hamuru büzdüre büzdüre tepsiye döşediğin ve tepsi dolana kadar aynı özenle aynı işlemi defalarca yaptığın , yağını tam kıvam döküp, ısısını tam ayar bulup sabırla pişmesini beklediğin, tam kıvam şerbetini soğuk soğuk üstüne döktüğün muhteşem 'sarığı burma'nın sadece kokusunu alıyorsun, tatması ona kalıyor... Üstelik ne eline sağlık, ne teşekkür... Afiyet olsun şekerim, ben ne yaptım ki?..
Boşveeeer!
Canım oğlum,
Bana ilk aylarımızda yaşattığım tüm yorgunluklar, sana verdiğim tüm emekler, ellerimdeki her bir nasır ve hasar, -sokakta yürürken çekiştirdiğin için- kollarımda hissettiğim her bir ağrı, senin için attığım her bir adım, hepsi sana helal olsun... Bana verdiğin keyifin, huzurun ve sevginin yanında bunlar ne ki? Elimden gelse sana çok daha fazla emek verir, çok daha fazla vakit harcardım... Sen de bana çok şey öğrettin.
Belki birgün onları da anlatırım.
Ben de seni köpekler gibi seviyorum...
*Leonardo: Eski kocam
**Düşündüğüm şey: "Neden bunları yaşıyorum?"
Cevabını -geç de olsa buldum ve kabullendim: Beni sevmiyor, bu kadar basit!...
Pazartesi, Mart 27, 2006
A..A!... KÜSTAH ŞEY!!!
A...A!... KÜSTAH ŞEY!!!
Geçtiğimiz Cuma akşamı, hani "eve gidip kendimi yatağa atacağım" dedirten bir yorgunlukta ve üstüne üstlük boynum tutuk, acı çekerek gerçekleştirdiğim eve dönüş yolum, dolmuşun bizim durağa gelmesiyle son buldu...
Boşluğa baka baka dolmuştan indim, iki adım attım atmadım, sırıtan bir kas yığınının bana doğru gülerek geldiğini gördüm... "Bana mı geliyor?" gibi bir şüpheyle sağıma soluma bakmama gerek bile yoktu (zaten bakamazdım, boynum yüzünden çevreyi tarama açım %90 azalmıştı) çünkü adam çok netti, bana geliyordu sırıtarak! Haliyle, durup onu bekledim. Ya birine benzetti, ya da birşey soracak...
Olay bundan sonra İngilizce konuşmaya çalışan bir İspanyol ile İngilizce konuşmaya çalışan bir Türk'ün diyaloğuna dönüştü...
Mr.Muscle: Neden bana öyle dikkatli bakıyordun?
Şaşkın ben: Ne? Anlamadım...
Mr.Muscle: Dedim ki, bana neden öyle dikkatli bakıyordun?
Daha şaşkın ben: Sen bana baktığın için bakıyordum sana. Tanıdık biri zannettim.
Mr. Muscle: Adın ne?
Biraz kızmış ben: Seninki ne?
Mr.Muscle: Hakan
Şüpheli ben: Hakan mı? (Eğer bu kas yığını Türk de benimle İngilizce konuşuyorsa, onu boğazlayacağım, deli mi ne?)
Mr.Muscle: Akan. A-K-A-N
Rahatlamış ben: Ha, anladım. Benimki de bilmem ne.
(Tokalaştık... Fena halde rahatsızım.. Kim bu be, durup dururken...)
Mr.Muscle: Nerede oturuyorsun?
Saf ben: (Elimle bizim evin oraları gösterdim) Şurada... Ya sen? (Kaşlarımı çattım bunu sorarken, sen sorarsın da ben soramaz mıyım havası vermeye çalışıyorum aklım sıra...)
Mr.Muscle: Şurada, ikinci ev... (Oldu, ev müsait mi?)
Meraklı ben: Nerelisin?
Mr.Muscle: Biraz İspanyol, biraz İtalyan.. Daha çok İspanyol...
Sıkılmış ve kızmış ben: (İyi, n'apayım?Niye sorduysam...) Gitmem lazım...
Mr.Muscle: Görüşeceğiz... (Eve misafirliğe gelecek herhalde)
Eve kadar şaşkın şaşkın yürüdüm... Kim bu yaa? Görebildiğim kadarıyla tişörtü kaslardan yırtıldı yırtılacak... Hiç sevmem. Ben sevmem de seven çok herhalde ki, adam boşluğa bakan bakışlarımı yüzüne alınıp, alınmakla kalmayıp bir de yanıma gelerek hesap soracak kadar özgüven sahibi olmuş... Beğenip de baksam, vallahi itiraf edeceğim... Sırtında da spor çanta vardı. Bizim spor salonuna gidiyormuş meğersem... Kaldıramayacağım ikinci bir özgüven ve kas bombardımanını...
Küstah şey... Sana mı kaldım?..
Geçtiğimiz Cuma akşamı, hani "eve gidip kendimi yatağa atacağım" dedirten bir yorgunlukta ve üstüne üstlük boynum tutuk, acı çekerek gerçekleştirdiğim eve dönüş yolum, dolmuşun bizim durağa gelmesiyle son buldu...
Boşluğa baka baka dolmuştan indim, iki adım attım atmadım, sırıtan bir kas yığınının bana doğru gülerek geldiğini gördüm... "Bana mı geliyor?" gibi bir şüpheyle sağıma soluma bakmama gerek bile yoktu (zaten bakamazdım, boynum yüzünden çevreyi tarama açım %90 azalmıştı) çünkü adam çok netti, bana geliyordu sırıtarak! Haliyle, durup onu bekledim. Ya birine benzetti, ya da birşey soracak...
Olay bundan sonra İngilizce konuşmaya çalışan bir İspanyol ile İngilizce konuşmaya çalışan bir Türk'ün diyaloğuna dönüştü...
Mr.Muscle: Neden bana öyle dikkatli bakıyordun?
Şaşkın ben: Ne? Anlamadım...
Mr.Muscle: Dedim ki, bana neden öyle dikkatli bakıyordun?
Daha şaşkın ben: Sen bana baktığın için bakıyordum sana. Tanıdık biri zannettim.
Mr. Muscle: Adın ne?
Biraz kızmış ben: Seninki ne?
Mr.Muscle: Hakan
Şüpheli ben: Hakan mı? (Eğer bu kas yığını Türk de benimle İngilizce konuşuyorsa, onu boğazlayacağım, deli mi ne?)
Mr.Muscle: Akan. A-K-A-N
Rahatlamış ben: Ha, anladım. Benimki de bilmem ne.
(Tokalaştık... Fena halde rahatsızım.. Kim bu be, durup dururken...)
Mr.Muscle: Nerede oturuyorsun?
Saf ben: (Elimle bizim evin oraları gösterdim) Şurada... Ya sen? (Kaşlarımı çattım bunu sorarken, sen sorarsın da ben soramaz mıyım havası vermeye çalışıyorum aklım sıra...)
Mr.Muscle: Şurada, ikinci ev... (Oldu, ev müsait mi?)
Meraklı ben: Nerelisin?
Mr.Muscle: Biraz İspanyol, biraz İtalyan.. Daha çok İspanyol...
Sıkılmış ve kızmış ben: (İyi, n'apayım?Niye sorduysam...) Gitmem lazım...
Mr.Muscle: Görüşeceğiz... (Eve misafirliğe gelecek herhalde)
Eve kadar şaşkın şaşkın yürüdüm... Kim bu yaa? Görebildiğim kadarıyla tişörtü kaslardan yırtıldı yırtılacak... Hiç sevmem. Ben sevmem de seven çok herhalde ki, adam boşluğa bakan bakışlarımı yüzüne alınıp, alınmakla kalmayıp bir de yanıma gelerek hesap soracak kadar özgüven sahibi olmuş... Beğenip de baksam, vallahi itiraf edeceğim... Sırtında da spor çanta vardı. Bizim spor salonuna gidiyormuş meğersem... Kaldıramayacağım ikinci bir özgüven ve kas bombardımanını...
Küstah şey... Sana mı kaldım?..
Pazar, Mart 26, 2006
SEVERİM... MIX
SEVERİM... (mix)
- Kendimi severim. Kendimin bu hale gelmesinde büyük payı olan ailemi severim... (Tabula Rosa)
- Akşamları ışıklar kesilince mum ışığında anlatılan anıları severim. Işıklar geldiğinde bozulurum.
- Denizde (asla havuzda değil... havuza girmem. Deniz varken havuza girene illet olurum) vakit geçirip bitap düştükten sonra kurulanmadan yaktığım sigarayı severim.
- İçim geçmiş, üstüm başımla -muhtemelen- televizyon karşısında şekerleme yaparken üzerime örtülen sıcak battaniyeyi severim.
- Ata, ağa, eş, evlat gibi değerleri el üstünde tutanları severim.
- Büyük şehirde yaşamalarına rağmen değerlerini unutmayan, hala her bayramda yöresel yemeklerini yapan, tatillerinin bir kısmını bile olsa köylerinde geçiren aileleri severim.
- Açık havada yürümesini severim. Hele bir de iğdeler kokmaya başladıysa...
- Güzel kokan insanları severim.
- Güzel bakan insanları severim.
- Kurabiyeden kazağa, boncuktan telkırmaya, el emeğiyle yapılan her işi sever, sevmenin ötesinde büyük saygı duyarım.
- Kışın işten çıkıp trafik, soğuk, yorgunluk, gürültü derken bitkin düşen bedenimi evime attığım o anı severim.
- Sevdiklerimi koklayarak öpmeyi severim, dokunmayı, kucaklamayı severim.
- Yeni aldığım bir CD'nin jelatinini heyecanla açıp, player'a taktığım o anı severim.
- Arabayla yolculuk etmeyi severim. Kimsenin akın etmediği keşfedilmemiş yerlerde, "çaylar bizden" diyen insanların, sanki evlerinde misafir kabul edermişcesine servis yaptığı yerlerde mola vermeyi severim.
- Kimseyi umursamadan istediği gibi yaşayan, kendini kabul ettirmek için debelenmeyen, bu arada da bunları yaşarken -en önemlisi- kimsenin canını yakmayan insanları severim.
- Güleryüzlü insanları severim.
- Köylü çocukları -daha da çok- severim.
- Evime davet ettiğim insanları severim. Sevmediğim kimseyi evime davet etmem.
- Bilmediği konular üzerinde konuşmayan, "bilmiyorum" demeyi bilen insanları severim.
- İçine portakal tadı katılmış çikolata severim.
- Lafı dolandırmadan, ima etmeden derdini anlatan insanları severim. İma edenlerin "ima"larını anlamamazlıktan gelerek eğlenmesini severim.
- Yazları akşam olduğunda, herkesin süslenmek üzere odalarına tıkıldıkları saatlerde kumsalda kalıp, mümkünse soğuk bir beyaz şarap içerek güneşi batırmayı severim.
- Gülmeden, yüz ifadesini bozmadan espri yapabilen zeki insanları severim.
- Hayata bağlı, buruşuk dudaklarına hala ruj süren yaşlı teyzeleri severim.
- Çocuklar oyun oynarken gizli gizli seyretmeyi severim. O ne hayal gücüdür öyle...
- Köpekleri ve bütün hayvanları sevenleri severim.
- Ne istediğini bilen ve ona nihayet sahip olandan çok, elde ettiğine sahip çıkmasını bileni severim.
- Kadınlığın sadece asaletinden, zerafetinden ve duyarlılığından faydalanmasını bilen akıllı kadınları severim.
- Yılışık kadınların bilindik yılışık oyunlarına kanmayan akıllı erkekleri severim.
- Düzgün el yazısı olan, imla kurallarını atlamadan yazı yazan insanları severim.
- Sevdiklerine el emeğiyle yaptıkları hediyeleri verenleri, ondan da çok, bu hediyeleri el üstünde tutanları severim.
- İncelikleri olan, sağduyulu insanları severim.
-devam edecek...-
AŞKIMIZ SABUN İSE KÖPÜRT BENİ PAKİZE!
Bu duvar yazısını, bundan taaa 25 yıl kadar önce, Kuşadası'nda babamın bizi götürdüğü bir tavernada okumuştum... O gün bu gündür aklımdan çıkmamış... Hani sorarlar ya, "Sayın bilmem ne, sizce 'aşk' nedir?, diye, içimden hep bu cümle geçer, kıs kıs gülerek...
Sayın ben, sizce 'aşk' nedir?
O zamandan bu zamana çok sular aktı... Hayatımda öyle şeyler oldu ki, aynı suda iki kere bile yıkandım. Canım çok yandı, tarif edilemeyecek kadar çok incindim ama kuyruğumu dik tuttum.
Soranlara "hayatımda hiç aşk acısı yaşamadım" diyorum, ama yalan söylüyorum. Çünkü anladım ki, aşk, acı çektiğinde "aşk" olduğunu anladığın bir zaafmış.
O halde, "sayın bilmem ne" olarak, aşk şudur, diyorum:
O, kalbinizi paramparça ederken, siz zavallı kalbinizi korumaya çalışıp ondan uzaklaşırsınız. Ama bir şeyi gözden kaçırırsınız: Kalbiniz ondan uzaklaşmamaktadır. Çünkü kalbin aklı yoktur, aptaldır o... Zavallıdır, acizdir, yok edilmesi, ipe dizilip sallandırılması, parmaklarının kerpetenle kırılması, gözlerinin oyulması, saçlarının yolunması, kulaklarından tavana çivilenmesi, kollarının burkulması, aç ve susuz bırakılması gerekir!!! Aptal aptal aptal aptal aptal!!!!
Sayın ben, sizce 'aşk' nedir?
O zamandan bu zamana çok sular aktı... Hayatımda öyle şeyler oldu ki, aynı suda iki kere bile yıkandım. Canım çok yandı, tarif edilemeyecek kadar çok incindim ama kuyruğumu dik tuttum.
Soranlara "hayatımda hiç aşk acısı yaşamadım" diyorum, ama yalan söylüyorum. Çünkü anladım ki, aşk, acı çektiğinde "aşk" olduğunu anladığın bir zaafmış.
O halde, "sayın bilmem ne" olarak, aşk şudur, diyorum:
O, kalbinizi paramparça ederken, siz zavallı kalbinizi korumaya çalışıp ondan uzaklaşırsınız. Ama bir şeyi gözden kaçırırsınız: Kalbiniz ondan uzaklaşmamaktadır. Çünkü kalbin aklı yoktur, aptaldır o... Zavallıdır, acizdir, yok edilmesi, ipe dizilip sallandırılması, parmaklarının kerpetenle kırılması, gözlerinin oyulması, saçlarının yolunması, kulaklarından tavana çivilenmesi, kollarının burkulması, aç ve susuz bırakılması gerekir!!! Aptal aptal aptal aptal aptal!!!!
Çarşamba, Mart 22, 2006
HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.1
Sabah erken bir saatte, işe gelirken bitli pastaneden aldığım poğaçaların yanına çaycımız Hamdi Bey'den çay istedim. Nedense böyle bitli yerlerin yiyecekleri daha lezzetli oluyor. Bitli köftecilerde yediğimiz köftenin tadını başka nerede bulabiliriz ki? Tombul Gürdal'a -her sabah olduğu gibi- göz hakkını verdim.
Telefon çaldı. Hayırdır, sabah sabah? Daha çayımı yudumlamadım.
-Efendim?
-Teyze oluyorsuuuuuun!
-Nasıl yani? Bir daha mı? Daha karnındaki çıkmadı ki... Üç hafta var.
-Salak şey, karnımdakini doğurmaya gidiyorum. Suyum geldi.
-Beni de bekleyin. Hemen geliyorum.
Müdürden izin, hooop bir taksiye, hemen evdeyim. Poğaçalar da tombul Gürdal'ın midesinde.
Hamileliğin son aylarında iyice toparlayan ay suratlı pembe beyaz ablam kapıyı açtı. O kadar pekcanlıdır ki... Doğuracak, hala kapı açma derdinde.
Çanta hazır, anneanne hazır, baba şehir dışında (Allah'tan yakında, hemen atlayıp gelecek), doktor arandı, taksi çağırıldı.
Yolu hatırlamıyorum. Böyle zamanlarda üzerime çöken soğukkanlılık yine kendini gösteriyor. Kafamdan eylem planımızı hazırladım, B planını bile...
Hastaneye vardık, girişimizi yaptırdık. Ablam doktoruna kafayı takmış durumda "o gelmeden doğurmam" diye. Nerede görülmüş aylarca para döktüğünüz doktorunuzun doğumunuzda da kesinkes bulunacağı? Ablam da deli mi ne? Yoksa hamilelerin doktorlarına aşık oldukları konusunda duyduğum şeyler doğru mu? Taktı kız, doğurmayacak...
Asistanlar onu odaya aldı, biz dışarıdayız. Bembeyaz suratla çıktı.
-Kalbi atmıyormuş!... Hemen bilmem kaçıncı kata çıkıp bilmem ne yaptırmamız gerekiyor. Bizi bekliyorlar!
O "bilmem ne" yaptırıldı. Kalpsiz asistanlar! Tıpır tıpır atıyor işte bebeciğin kalbi. Yüreğimi/zi ağzım/ız/a getirdiler.
Ben demiştim. "Şubat'ın ikinci haftası gelecek bu" demiştim. Biraz burulmuşlardı doğru çıkacak diye. Bundan bir yıl kadar önce 9 Şubat'ta babam bize veda etti. Ya aynı gün bebecik doğarsa? Doğum günü mü kutlayacağız, tüm günü buğulu gözlerle geçirip helva mı kavuracağız?
Aslında babamın ölüm günü ile bebeciğin doğum gününün, hem de tam ertesi sene aynı güne denk gelmesi biraz manidar, ilahi birşey... Neyse, tarih 8 Şubat...
Ablamı hemşirelere teslim ettik, bir odaya aldılar. Aklımız onda. Yüzü o kadar endişeli ki... Bir de şaşkın. Evet, tamamen şaşkın.
Bize ablamın doğumdan sonra çıkarılacağı odaya gitmemizi, haber verileceğini söylediler. Olur mu öyle canım, bari bir telefon numarası versinler de arada bir arayalım, haberdar olalım... Tabii ki, "arada bir", çok göreceli bir ölçü. Kimisi için 'saat başı' anlamı taşıyabilir, ama bizim için '15 dakikada 1'!!!
Saat 11.00 olmuş. Baba henüz gelemedi, bekliyoruz.
Ablam ilk başlarda iyi konuşuyordu.
-İyiyim, bekliyorum açılmasını...
Yanında olmak istiyorum en az annem kadar. Şu hastane eşrafı da pek kalpsiz. Öyle garip garip bıraktık ablamızı...
Vakit öğleni geçti, baba geldi, anneden daha şaşkın bir suratla. Böyle zamanların adamı değildir o... Mümkünse gelmemeyi, beklememeyi tercih ederdi. Herşey olup bitsin, bebecik kucağıma düşsün. Kargaşayı, endişeli bekleyişleri hiç sevmez. Babamın hastalığı zamanından biliyorum. Ablayı aradık, bilsin geldiğini de rahatlasın diye.
-Nasılsın?
-İyiyiiiiiiiiimmmmmmmmm! Aaaaaaaaaaay! Ay! Yeterrrrrrr!
Saçlarımın dibindeki ıslaklığı hala hatırlıyorum. N'oluyor öyle?
-Ssssuniii sancııııı veriyorlar. Aaaaaaaay!
-Çok mu acıyor?
-Yokkkkkk! Aaaay ay ayyyyyyy! Tamaaaaaammmmm!
Eridim, bittim. Odadakiler bana bakıyor.
-Bak, baba geldi, ona veriyorum.
Baba telefonu aldı, dinledi, 10 saniye sonra anneanneye verdi. Biliyorum, dayanamaz. Anneanne aldı, dinledi, ağlamaya başladı, bana verdi. Bundan sonraki yaklaşık 6 saat sürecek telefon konuşmalarımızın tek muhatabı benim. Kimse ablayı acı çekerken duymak istemiyor...
-Canım, ne olur dayan biraz. Doktorunla konuştuk, "açılmasını bekleyelim, en iyisi normal doğumdur" diyor. Birkaç saat sonra güzel bebiş kollarında olacak. Hayat ne kadar güzel, kelebekler rengarenk ve özgür, kuşlar vıcır vıcır, güneş pırıl pırıl...
Güç vermek adı altında saçmalıyorum. O da farkında.
6 saat... Dile kolay 6 saat suni sancı çekti ablacık.
Nihayet beklenen haber geldi: Sezaryene alıyorlar. Ne diye o kadar acı çektirdilerse..... (Küfür küfür küfür küfür)
Koştur koştur ameliyathane bekleme odasına. Annemin dudağı uçuklamış. Baba dayanamıyor, yukarıda bekliyor. Ben soğukkanlı mıydım? O ne demek?
Saat 22.55'de haber geldi "posta"dan. Müjdeyi verdi:
-Çok güzel bir oğlan...
Annemin suratına arzuman arzuman bakıyor. Annem adamı bağrına bastı, ellerini sıktı.
-S.. Seni bulacağım ben! Sağol, sağol!
Çantaları odada unutmuşuz. Beş kuruş yok yanımızda. Annem o kadar mutlu ki, yanında evin tapusu olsa, onu bağışlayacak muştu'ya... Tüm kasları rahatlamış, yüzüne nur inmiş sanki. Sabah 8.00-gece 23.00, kolay değil. Evlat hırpalanmış, bebeciğin akibeti belli değil, yok kalbi atmıyor, yok suyu gitti bebek içeride kaldı, yok sancı verelim, yok ameliyata alalım...
"Odaya çıkın, getireceğiz" dediler. Çıktık, bekliyoruz. İki saat kadar da odada bekledik. Sonradan öğrendik, ablacık narkozdan sonra ayılamamış, bir badire de orada atlatmış... Hey analık hey, hepinizin ellerinden öperim...
Odanın önündeki koridordayız. Bir kıpırdanma, bir gürültü, bir sedyede olanca gürültüsüyle tıngırdata tıngırdata ablayı getiriyorlar. Koştuk, sedyenin etrafını sardık. Ablacık yorgun ve mütebessim suratıyla bize anlamsız anlamsız bakıyor.
-Canıııım, iyi misin, geçmiş olsun, hayırlı olsun... (Biraz gözyaşı)
Bebek? Aman Allah'ım, sedyede tortop edilmiş bir yeşil örtü kımıldayıp duruyor. Bebek bu, bebek! İlgi odağımız derhal yer değiştirdi. İlk ben gördüüüüm! Annem ve ben alenen ağlıyoruz artık... Bir ara işi abartıp birbirimize sarılıp ağlamaya başlamıştık ki, gözlerim dehşetle babaya takıldı. Baba bebişi kucağına almış, havaya kaldırıp indiriyor, bir yandan da "hanimiş benim oğlum" diyor. (Klişe değil, aynen böyle diyor) Neyse, daha bunu anlamasının mümkün olmadığını anlattık babaya...
Ablacık bitkin. Uyuması lazım. Ama önce bebeciği emzirmesi gerekiyor. İlk süt. En faydalısı... Allah'tan bu işte sorun yaşamadı. Bebecik kaptığı gibi asıldı memeciğe ve hayata... Birkaç dakika sonra o da bitkin düştü. Hemşireler söyledi. Bu, onun için çok yorucu bir işmiş...
Bebecik... İlk göz ağrım... Hayatımda böyle güzel birşey görmedim. Minicik, pembe beyaz, köfte dudaklı, düğme burunlu bir melek... Saatlerce seyrettim, doyamadım. Arada bir gülümsüyordu uyurken. Meleklerle konuşuyormuş. Sonradan anlattıklarımdan yaşlı olanları, öyle dedi.
Teyzesiyim ben onun. Anne yarısıyım. İnsan kendi evladını daha ne kadar fazla sevebilir ki?
İşte böyle girdi bebecik hayatıma... O günden beri (11 senedir), kalbimin "en birincileri" mertebesini uzun süre tek başına, ona kardeş gelince de beraber paylaştı.
En büyük hayallerimden biri, yaşlı -ve süslü- bir teyze olduğumda koluma girip beni gezmeye götürmesi...
Canım benim... İyi ki varsın...
Pazar, Mart 19, 2006
TİLKİLERİM

Tilkilerime dokunmayın, yorum yapmayın, kınamayın...
Sadece bilin, umurunuzdaysa.
Onlar, zaman zaman sadece kadın olmamın, zaman zaman sadece insan olmamın, endişelerimin, güvensizliklerimin, hayallerimin, hırslarımın yarattığı, irili ufaklı, sevimli-sevimsiz, gerekli- gereksiz tilkiler...
Kimi zaman kafamda beşi-onu birden dolaşır. Bazen -hani şu çok meşhur benzetme gibi-, kuyrukları birbirine dolanır. Bazen biri yeter dikkatimi hiçbir şeye odaklayamamaya, bazen de plop plop patlayıverirler kendi kendilerine. Aslında kendi kendilerine değil. Ben onları bir şekilde yok ederim. Öyleleri vardır ki aralarında, -yine-unuttuğunuz banka şifrenizi öğrenmeye gittiğinizde ploplayacak kadar gereksizdir... "Ufacık bir dokunuş"...
Ama o kocamanları yok mu kocamanları... Daha bebecikken beyninizin bir köşesine çok lazımmış gibi buyur edersiniz. Sonra farkına varmadan onu balla börekle beslersiniz. Öyle büyür, öyle büyür ki, artık beyniniz "ya o, ya ben" demeye başlar. İşte o zamanda bir tercih yapılır: Ya tilki sizi eritip bitirir, ya da siz tüm gücünüzü ve yüreğinizi ortaya koyup tilkiyi "plop"larsınız, akıl elden gitmeden...
Aklını ve kendini seven, en heybetlisiyle bile omuz omuza çarpışır.
O kim ki?
Cuma, Mart 17, 2006
SADECE KENDİNDEN BAHSEDENLER
İnsan biriyle/birileriyle konuşurken neden sadece kendinden bahseder? Neden "işte nihayet benimle ilgili birşeyler soracak, en azımdan hatırımı.." diye düşündüğünüz anda bile sorusunun aslında kendinden bahsetmek istediği diğer bir duruma geçişin tuzak sorusu olduğunu farkedersiniz?
Çok da iyi tanımadığınız ve hatta pek de hoşlanmadığınız birinin sadece 25-30 dakikalık zaman dilimi içinde tüm hayat görüşünü, katıldığı aktiviteleri, üye olduğu e-grup'ları, işini ne kadar iyi yaptığını dinleyebilir misiniz? Üstelik sormadığınız halde!!!
Sebep?
1. Kendimi çok iyi hissediyorum ve paylaşmak istiyorum.
2. Kendimi çok kötü hissediyorum ve bir sürü ıvır zıvırla hayatımı geçiştiriyorum.
3. Kendimi çok yalnız hissediyorum ve insanlarla nasıl iletişim kuracağımı bilemediğim için böyle saçmalıyorum.
4. Kendimi fazla beğeniyorum ve kendimden bahsederken orgazm oluyorum.
5. Kendimi kendime ispat edemediğim için, başkalarına ispat etmeye çalışıyorum.
6. Aptalım. Kimlere dürüstçe , kimlere ise görünmek istediğim kişi olarak bahsedeceğimin ayırdına varamıyorum.
7. Bencilim.
8. Aşağılık kompleksimi kamufle ediyorum.
9. Sadece bunu yazanın sinirini bozuyorum.
Çok da iyi tanımadığınız ve hatta pek de hoşlanmadığınız birinin sadece 25-30 dakikalık zaman dilimi içinde tüm hayat görüşünü, katıldığı aktiviteleri, üye olduğu e-grup'ları, işini ne kadar iyi yaptığını dinleyebilir misiniz? Üstelik sormadığınız halde!!!
Sebep?
1. Kendimi çok iyi hissediyorum ve paylaşmak istiyorum.
2. Kendimi çok kötü hissediyorum ve bir sürü ıvır zıvırla hayatımı geçiştiriyorum.
3. Kendimi çok yalnız hissediyorum ve insanlarla nasıl iletişim kuracağımı bilemediğim için böyle saçmalıyorum.
4. Kendimi fazla beğeniyorum ve kendimden bahsederken orgazm oluyorum.
5. Kendimi kendime ispat edemediğim için, başkalarına ispat etmeye çalışıyorum.
6. Aptalım. Kimlere dürüstçe , kimlere ise görünmek istediğim kişi olarak bahsedeceğimin ayırdına varamıyorum.
7. Bencilim.
8. Aşağılık kompleksimi kamufle ediyorum.
9. Sadece bunu yazanın sinirini bozuyorum.
NELER OLÜYÜR???
Bana neler oldu böyle?
Son zamanların en sıkıntılı dönemini geçiriyorum. Zaman zaman böyle hissederim... Öyle pis bir duygudur ki bu, yaşamayan anlamaz.
Hani vaktin gelip geçtiğini, boşa harcadığın bir sürü zavallı saat, gün, ay hatta yıl olduğunu bilirsin; bilirsin ama elden birşey gelmez. Elden gelir belki de, ruhdan gelmez o canlanma kıpırtısı. Çok şey yapmak istersin. İçinde büyük bir enerji birikir. Onu boşaltman gerekir. Bunun yöntemleri de az çok bellidir. Hiçbir şey yapmadan öyle günlerini geçirirsin ama... Korkutan bir kısır döngü başlar. Kendini çirkin hissedersin. Yaşama enerjisiyle dolu olanlara gıcık olursun.
Genellikle baharın gelmesine duyduğum sabırsızlık beni bu dönemlerde depresif yapar. İçin kaynar, dolar ama mevsimsel zemin hazır değildir. Soğuğu hiç sevmeyen kedi kılıklı ruhum ve vücudum aylarca -hele de, bu yıl buzzz gibi geçen Ankara kışında- eve tıkılıp, mümkünse hiçbirşey yapmadan, soğukla en az temas edeceği ortamları seçti. Belki de bu dönem, yaşadıkları nedeniyle böyle bir kapanışa her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı. İyi de etti...
Son birkaç yıldır çok hırpalamıştı kendini hiç yere.
Bir yıllık gönüllü nadas...
Umarım, yarın buraya daha güzel şeyler yazarım...
Son zamanların en sıkıntılı dönemini geçiriyorum. Zaman zaman böyle hissederim... Öyle pis bir duygudur ki bu, yaşamayan anlamaz.
Hani vaktin gelip geçtiğini, boşa harcadığın bir sürü zavallı saat, gün, ay hatta yıl olduğunu bilirsin; bilirsin ama elden birşey gelmez. Elden gelir belki de, ruhdan gelmez o canlanma kıpırtısı. Çok şey yapmak istersin. İçinde büyük bir enerji birikir. Onu boşaltman gerekir. Bunun yöntemleri de az çok bellidir. Hiçbir şey yapmadan öyle günlerini geçirirsin ama... Korkutan bir kısır döngü başlar. Kendini çirkin hissedersin. Yaşama enerjisiyle dolu olanlara gıcık olursun.
Genellikle baharın gelmesine duyduğum sabırsızlık beni bu dönemlerde depresif yapar. İçin kaynar, dolar ama mevsimsel zemin hazır değildir. Soğuğu hiç sevmeyen kedi kılıklı ruhum ve vücudum aylarca -hele de, bu yıl buzzz gibi geçen Ankara kışında- eve tıkılıp, mümkünse hiçbirşey yapmadan, soğukla en az temas edeceği ortamları seçti. Belki de bu dönem, yaşadıkları nedeniyle böyle bir kapanışa her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardı. İyi de etti...
Son birkaç yıldır çok hırpalamıştı kendini hiç yere.
Bir yıllık gönüllü nadas...
Umarım, yarın buraya daha güzel şeyler yazarım...
Çarşamba, Mart 15, 2006
YEŞİL KOLTUK

Sıkıntılıyım... Belki biraz da heyecanlı... Gözlerimi kapatıp, o halimi canlandırdığımda kendimi böyle hatırlıyorum. Gözlerim hin hin etrafı seyrediyor, beni gören var mı diye.. Ayıp birşey mi yapıyorum? Yoruma bağlı. Altıma yapıyorum, altıma!!! Hani şu bezini atma zamanı gelmiş ya da atmış da alışamamış çocukların zaman zaman ortadan kaybolup bir köşede çömelerek yüzlerinin kızardığı, dudak uçlarının keyifle utanç arası bir yukarı bir aşağı kıvrıldıkları dönem... Büyükler onları öyle görünce -sağduyulu olanları- genellikle farketmemiş gibi davranıp, etrafında yakından biri varsa çaktırmadan ona gösterirler. Mesela ben, yeğenimi o halde gördüğümde, ablama "seninki yine Nirvana'ya ulaşmaya çalışıyor" derdim. O surat ne komiktir öyle!!! Bilenler bilir.
Hatırladığım en eski hayalim (anım, enstantanem) bu... Vallahi de billahi de gün gibi aklımda...
Peki "Yeşik Koltuk"un konumuzla ne ilgisi var???
Efendim, ilgi şurada vücut buluyor: Bu meş'um olayı gerçekleştirdiğim yer, salonumuzdaki yeşil koltuk takımımızın iki teklisinden birinin arkası. Güzel bir yeşil. Ama dokusunun rahatsız olduğunu hatırlıyorum. Sert ve kabarık işlemeler vardı üzerinde. Hasır örgüsü şekli verilmiş gibi. Sonradan eflatun kadife ile kaplandılar. O hallerini sevmedim niyeyse. Kasvetliydi herhalde. Depresif mor tonları işte...
Ah o yeşil koltuklar neler gördü, neler... Üzerlerinde -en çok üçlü olanda- binlerce kez tepinildi, zıplandı. Abla ile saç saça baş başa kavgaya tutuşulup onun üzerine düşüldü kim bilir kaç kez. Okul zamanı, oturulacak yerinde değil de, arkalığın kalınca olan üst kısmında ata biner gibi oturulup sözlülere çalışıldı, şiirler ezberlendi... (Menekşeler güllerleee Gelir benim bayramııım Laleler sümbüllerleee Gelir benim bayramıııım... Aha da buyrun, bunu da hatırlıyorum!!) Takla atma öğrenildi. Televizyonda -alternatifsiz dönemde- ritmik jimnastik seyredilip gaza gelmek yoluyla ilk sportif eylemler gerçekleştirildi. Abla ile karşılıklı yatıp ayaklar taban tabana birleştirilerek bisiklet çevrildi, kıkır kıkır gülündü. Dans ve şarkıcılık oyunlarında (genelde ben çılgın Seyyal Taner olurdum) sahnemiz oldu. Korsancılık oynarken her biri bir ada, evcilikte her biri bir ev oldu.
Çok emekleri var üzerimde çoook! Doya doya, mutlu mutlu yaşadığım çocukluğumda, şimdi farkettiğim üzere, çok önemli yer tutmuşlar hayatımda yeşil koltuklarımız.
Biz öyle "misafir salonu" mefhumu oluşmuş ailelerden değildik. Öyle hergün tozu alınıp, yeri süpürülüp, eğer bir misafir gelirse göğsümüz kabara kabara terrrtemiz salonumuza alınmak üzere kapısı çekilerek terkedilmezdi bizim salonumuz. Yaşanırdı orada. Yemeğimizi salonda yer, akşamları salonda yayılırdık. Babam çoraplarını salonda fırlatır atar, annem soyduğu meyvelerin kabuklarını biriktirdiği tabağı salonda bırakır, oyuncaklarımız salonda dağılır, aile kavgalarımız, aile saadetlerimiz salonda yaşanırdı... Sabah yine terrrtemiz olmuş salonumuza girerdik. (Benim annem bir peri!!!)
Biz salonumuzu kendimiz için temizlerdik...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)