Sabah erken bir saatte, işe gelirken bitli pastaneden aldığım poğaçaların yanına çaycımız Hamdi Bey'den çay istedim. Nedense böyle bitli yerlerin yiyecekleri daha lezzetli oluyor. Bitli köftecilerde yediğimiz köftenin tadını başka nerede bulabiliriz ki? Tombul Gürdal'a -her sabah olduğu gibi- göz hakkını verdim.
Telefon çaldı. Hayırdır, sabah sabah? Daha çayımı yudumlamadım.
-Efendim?
-Teyze oluyorsuuuuuun!
-Nasıl yani? Bir daha mı? Daha karnındaki çıkmadı ki... Üç hafta var.
-Salak şey, karnımdakini doğurmaya gidiyorum. Suyum geldi.
-Beni de bekleyin. Hemen geliyorum.
Müdürden izin, hooop bir taksiye, hemen evdeyim. Poğaçalar da tombul Gürdal'ın midesinde.
Hamileliğin son aylarında iyice toparlayan ay suratlı pembe beyaz ablam kapıyı açtı. O kadar pekcanlıdır ki... Doğuracak, hala kapı açma derdinde.
Çanta hazır, anneanne hazır, baba şehir dışında (Allah'tan yakında, hemen atlayıp gelecek), doktor arandı, taksi çağırıldı.
Yolu hatırlamıyorum. Böyle zamanlarda üzerime çöken soğukkanlılık yine kendini gösteriyor. Kafamdan eylem planımızı hazırladım, B planını bile...
Hastaneye vardık, girişimizi yaptırdık. Ablam doktoruna kafayı takmış durumda "o gelmeden doğurmam" diye. Nerede görülmüş aylarca para döktüğünüz doktorunuzun doğumunuzda da kesinkes bulunacağı? Ablam da deli mi ne? Yoksa hamilelerin doktorlarına aşık oldukları konusunda duyduğum şeyler doğru mu? Taktı kız, doğurmayacak...
Asistanlar onu odaya aldı, biz dışarıdayız. Bembeyaz suratla çıktı.
-Kalbi atmıyormuş!... Hemen bilmem kaçıncı kata çıkıp bilmem ne yaptırmamız gerekiyor. Bizi bekliyorlar!
O "bilmem ne" yaptırıldı. Kalpsiz asistanlar! Tıpır tıpır atıyor işte bebeciğin kalbi. Yüreğimi/zi ağzım/ız/a getirdiler.
Ben demiştim. "Şubat'ın ikinci haftası gelecek bu" demiştim. Biraz burulmuşlardı doğru çıkacak diye. Bundan bir yıl kadar önce 9 Şubat'ta babam bize veda etti. Ya aynı gün bebecik doğarsa? Doğum günü mü kutlayacağız, tüm günü buğulu gözlerle geçirip helva mı kavuracağız?
Aslında babamın ölüm günü ile bebeciğin doğum gününün, hem de tam ertesi sene aynı güne denk gelmesi biraz manidar, ilahi birşey... Neyse, tarih 8 Şubat...
Ablamı hemşirelere teslim ettik, bir odaya aldılar. Aklımız onda. Yüzü o kadar endişeli ki... Bir de şaşkın. Evet, tamamen şaşkın.
Bize ablamın doğumdan sonra çıkarılacağı odaya gitmemizi, haber verileceğini söylediler. Olur mu öyle canım, bari bir telefon numarası versinler de arada bir arayalım, haberdar olalım... Tabii ki, "arada bir", çok göreceli bir ölçü. Kimisi için 'saat başı' anlamı taşıyabilir, ama bizim için '15 dakikada 1'!!!
Saat 11.00 olmuş. Baba henüz gelemedi, bekliyoruz.
Ablam ilk başlarda iyi konuşuyordu.
-İyiyim, bekliyorum açılmasını...
Yanında olmak istiyorum en az annem kadar. Şu hastane eşrafı da pek kalpsiz. Öyle garip garip bıraktık ablamızı...
Vakit öğleni geçti, baba geldi, anneden daha şaşkın bir suratla. Böyle zamanların adamı değildir o... Mümkünse gelmemeyi, beklememeyi tercih ederdi. Herşey olup bitsin, bebecik kucağıma düşsün. Kargaşayı, endişeli bekleyişleri hiç sevmez. Babamın hastalığı zamanından biliyorum. Ablayı aradık, bilsin geldiğini de rahatlasın diye.
-Nasılsın?
-İyiyiiiiiiiiimmmmmmmmm! Aaaaaaaaaaay! Ay! Yeterrrrrrr!
Saçlarımın dibindeki ıslaklığı hala hatırlıyorum. N'oluyor öyle?
-Ssssuniii sancııııı veriyorlar. Aaaaaaaay!
-Çok mu acıyor?
-Yokkkkkk! Aaaay ay ayyyyyyy! Tamaaaaaammmmm!
Eridim, bittim. Odadakiler bana bakıyor.
-Bak, baba geldi, ona veriyorum.
Baba telefonu aldı, dinledi, 10 saniye sonra anneanneye verdi. Biliyorum, dayanamaz. Anneanne aldı, dinledi, ağlamaya başladı, bana verdi. Bundan sonraki yaklaşık 6 saat sürecek telefon konuşmalarımızın tek muhatabı benim. Kimse ablayı acı çekerken duymak istemiyor...
-Canım, ne olur dayan biraz. Doktorunla konuştuk, "açılmasını bekleyelim, en iyisi normal doğumdur" diyor. Birkaç saat sonra güzel bebiş kollarında olacak. Hayat ne kadar güzel, kelebekler rengarenk ve özgür, kuşlar vıcır vıcır, güneş pırıl pırıl...
Güç vermek adı altında saçmalıyorum. O da farkında.
6 saat... Dile kolay 6 saat suni sancı çekti ablacık.
Nihayet beklenen haber geldi: Sezaryene alıyorlar. Ne diye o kadar acı çektirdilerse..... (Küfür küfür küfür küfür)
Koştur koştur ameliyathane bekleme odasına. Annemin dudağı uçuklamış. Baba dayanamıyor, yukarıda bekliyor. Ben soğukkanlı mıydım? O ne demek?
Saat 22.55'de haber geldi "posta"dan. Müjdeyi verdi:
-Çok güzel bir oğlan...
Annemin suratına arzuman arzuman bakıyor. Annem adamı bağrına bastı, ellerini sıktı.
-S.. Seni bulacağım ben! Sağol, sağol!
Çantaları odada unutmuşuz. Beş kuruş yok yanımızda. Annem o kadar mutlu ki, yanında evin tapusu olsa, onu bağışlayacak muştu'ya... Tüm kasları rahatlamış, yüzüne nur inmiş sanki. Sabah 8.00-gece 23.00, kolay değil. Evlat hırpalanmış, bebeciğin akibeti belli değil, yok kalbi atmıyor, yok suyu gitti bebek içeride kaldı, yok sancı verelim, yok ameliyata alalım...
"Odaya çıkın, getireceğiz" dediler. Çıktık, bekliyoruz. İki saat kadar da odada bekledik. Sonradan öğrendik, ablacık narkozdan sonra ayılamamış, bir badire de orada atlatmış... Hey analık hey, hepinizin ellerinden öperim...
Odanın önündeki koridordayız. Bir kıpırdanma, bir gürültü, bir sedyede olanca gürültüsüyle tıngırdata tıngırdata ablayı getiriyorlar. Koştuk, sedyenin etrafını sardık. Ablacık yorgun ve mütebessim suratıyla bize anlamsız anlamsız bakıyor.
-Canıııım, iyi misin, geçmiş olsun, hayırlı olsun... (Biraz gözyaşı)
Bebek? Aman Allah'ım, sedyede tortop edilmiş bir yeşil örtü kımıldayıp duruyor. Bebek bu, bebek! İlgi odağımız derhal yer değiştirdi. İlk ben gördüüüüm! Annem ve ben alenen ağlıyoruz artık... Bir ara işi abartıp birbirimize sarılıp ağlamaya başlamıştık ki, gözlerim dehşetle babaya takıldı. Baba bebişi kucağına almış, havaya kaldırıp indiriyor, bir yandan da "hanimiş benim oğlum" diyor. (Klişe değil, aynen böyle diyor) Neyse, daha bunu anlamasının mümkün olmadığını anlattık babaya...
Ablacık bitkin. Uyuması lazım. Ama önce bebeciği emzirmesi gerekiyor. İlk süt. En faydalısı... Allah'tan bu işte sorun yaşamadı. Bebecik kaptığı gibi asıldı memeciğe ve hayata... Birkaç dakika sonra o da bitkin düştü. Hemşireler söyledi. Bu, onun için çok yorucu bir işmiş...
Bebecik... İlk göz ağrım... Hayatımda böyle güzel birşey görmedim. Minicik, pembe beyaz, köfte dudaklı, düğme burunlu bir melek... Saatlerce seyrettim, doyamadım. Arada bir gülümsüyordu uyurken. Meleklerle konuşuyormuş. Sonradan anlattıklarımdan yaşlı olanları, öyle dedi.
Teyzesiyim ben onun. Anne yarısıyım. İnsan kendi evladını daha ne kadar fazla sevebilir ki?
İşte böyle girdi bebecik hayatıma... O günden beri (11 senedir), kalbimin "en birincileri" mertebesini uzun süre tek başına, ona kardeş gelince de beraber paylaştı.
En büyük hayallerimden biri, yaşlı -ve süslü- bir teyze olduğumda koluma girip beni gezmeye götürmesi...
Canım benim... İyi ki varsın...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder