Salı, Mart 28, 2006

HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.2

HAYATIMA NASIL GİRDİ? VOL.2
Onu üç küsur yıl kadar önce tanıdım. Bir Pazar günü... Leonardo* ile yine kavga etmiştik. Ben çatıdaki odaya çıkmıştım. Son zamanlarda sıkça yaptığım şeyi yine yapacaktım. Neredeyse vazo kadar bir kupa dolusu bol sütlü kahve, sigara ve telefonumun eşlik edeceği, boşluğa bakarak aptal aptal düşünme**, ağlama, yine düşünme, yine ağlama, kendine kızma, kendini toparlama, mağrur bir şekilde aşağıya inip hiçbir şey olmamış, hiç ağlamamış gibi davranmaya çalışma, kendini zorlama, rol yapamama, suratımdan düşen parçaların fazla gürültülü olması, kaçmak istemek, koşarak nereye kadar gidebileceğini düşünmek, ablana ya da annene gitme isteği ama onların beni bu halde görmesine izin vermemek, hayatta hiç tarzın olmadığı için (gururlanarak söylemiyorum, hiç iyi bir şey değil) bir dostuna gidip ağlayamamak, belki de dostun olmadığını düşündüğün için kimseye açık vermemek düşüncesi...

Son zamanlarda tipik bir hafta sonu rutini olmuştu bu yaşadıklarım... Şimdi düşünüyorum da, akıttığım tek bir göz yaşına değmezmiş... Yoğun baskıdan, olan bitene anlam verememekten kaynaklanan şaşkınlık, mutsuzluk, yakıştıramamak, konduramamak, kendini değersiz hissetmek...

İçim buz gibi oldu... Ben ciddi ciddi depresyon geçirmişim... Hatırlamak istemediğim günler...

Yukarıdayım... Kahvemi yarılamış, ağlamaktan yeterince yorgun düşmüştüm. Kapının çaldığını duydum. Telaşlandım, çünkü kimsenin beni öyle görmesini istemiyordum. "Umarım aşağıdaki, evde olmadığımı söyler, her kim geldiyse" diye geçirdim içimden. Bir hareket, bir telaş başladı evin içinde... Konuşmalar, gülüşmeler... Bir-iki dakika sonra cep telefonumda bir mesaj: "Köpek geldi" Leonardo'dan... Ne? Ne köpeği? Bize mi geldi? Kimin köpeği? Ben köpek sever miyim? Hiç düşünmedim. Nasıl birşey? Bazıları beni çok korkutur.

Tahta merdivenlerimiz gıcırdamaya başladı... Ben aşağı iniyorum, o yukarı çıkıyor. Ortada buluştuk... Büyükçe, muhteşem renkli, çok sevimli, aşırı hareketli fik fik bir canavar... Fik fik, çünkü yaptığı tek şey her yerimi koklamak. Kuyruk sürekli hareket halinde. Popoyla birlikte sallanıyor. Çok sevimli, çooook!

Bir anda yüzüm güldü... Yere oturdum, sevmeye başladım. Ürküyorum ama hoşuma da gidiyor. Hayatta köpek okşamışlığım yok...mu? Var. Monster. Bundan 20 yıl öncesi, yıllarca gittiğimiz Gölbaşı'nda bir restoranın bahçesindeki Monster. Bir kurt. Hem de ne kurt. Baba gibi. Onu elimle beslerdim, o da patilerini omuzlarıma koyup benim yarım kadar daha yüksekliğe ulaşarak eğilip yüzümü yalar, teşekkür ederdi. Yıllarca bizimkiler için oraya gitmenin adı "Chez le Belge'de yemek yemek", benim içinse "Monster'a gitmek" oldu.

Neydi? Misafir köpeciği okşamaya başlamıştım. Leonardo da yukarı çıktı. Birkaç saat önce yaşadığım herşeyi unutmuştum. "Kalsın mı?" dedi, "Kalsın" dedim.

10 aylıktı. Daha önceki sahibi (şu "sahip" lafından hoşlanmıyorum) bekar bir doktor kızcağız. İyi birine benziyor ama biraz dağınık. Bakamamış Bilbo'ya. Önceki adı Bilbo'ydu bizimkinin. Sonra bir gecelik bir mesai sonucu güzel bir isim koydum oğluma.
Geçtik salona, gelenlere "hoşgeldin" dedim, kızla helalleştik, Leonardo ona yemek, yemek kabı, tasma, oyuncak almaya gitti. Kaldık mı başbaşa?

Fik fik dolaşıyor etrafta. Evde burnunu sokabildiği her yeri kokladı. Biraz hiperaktif galiba... Doktora mı götürsek ne? Hani şu, sadece çocuk olduğu için yerinde duramayan yavruları bir koşu psikiyatra götüren ilgili!!! ana-babalar gibi.

Mutfağa giriyor! Girmesin. Ben sevmem öyle mutfakta tüylü yaratık. Laf da dinlemiyor ki... N'apacağız, bilmiyorum.

Kapı çaldı, Leonardo geldi. Kapı çaldı, Leonardo'nun haber verdiği arkadaşlarımız geldi. Ne o, artık köpeğimiz var. Leonardo'nun kafasındaki tabloya cuk diye oturan bir figür daha. "Bahçeli ev ve köpek" Ama bilmiyor ki şekil olsun diye evimize gelen bu tüylü sevimli şey, onun kafasındaki mutluluk tablosunda olması gerektiği gibi sabit durmuyor... Çişi var, kakası var, otur-kalk'ı var, gel-git'i var, dur-koş'u var, uykusuzluk var, yorgunluk var, emek var, ilgi var, özveri var... Onunla mutlu ve sorunsuz yaşamak istiyorsan, en başta emek vereceksin. (Her ilişkide öyle değil mi zaten?) Klişe: "Kötü köpek yoktur, köpeğin kötü sahibi vardır." Doğru, çok doğru... Şimdi karar verme zamanı. İyi bir sahip olacak mıyım, yoksa onun daha iyi bir sahibe mi emanet edeyim... Sorumluluk duygusu...

Çalışmıyorum o zamanlar. Rahatım yani. (Bir de bana sor) Oğlumla ilgilenecek bol bol zaman var.
İlk üç ayımız, oğlumdan nefret etmek ve sonra da böyle hissettiğim için üzülmekle geçti. Onun ne suçu var ki?
Üç ayımız neredeyse her sabah, o sabahki sürprizin evin hangi köşesinde konuşlandığını aramak, bulmak, eldivenleri giyip, halı şampuanını suya katıp neredeyse ağlayarak halı silmekle geçti. Leonardo'nun tek derdi ise, zıvanadan çıkıp oğlumu evden göndermek isteyebileceğim idi. E, ne duruyorsun o zaman, iki el atsana... Tek bildiğin canın istediği zaman onu dışarı çıkarıp "koş oğlum, tut oğlum" diyerek top oynatmak. Sorsana benim oğlum topu atınca getirmeyi nereden öğrendi? Aylarca emek verdim, elimden gelen her şeyi sabırla öğrettim ona. Kitaplar okudum, köpek sahipleriyle arkadaş oldum... Bazıları hala iyi arkadaşım... Köpek sahibi olmanın böyle güzellikleri de var... En azından 'oğluna' ya da 'kızına' birşey olduğunda hüngür hüngür ağlamanı anlıyorlar... Onunla insan gibi konuştuğunda içlerinden "deli galiba, köpeğe adam gibi laf anlatıyor" demiyorlar.
Evet, çok emek verdim oğluma... O ne yaptı? Yaptığı aynen şuna benzedi:
Özene bezene ellerinle innncecik hamurlar açıp, cevizini fıstığını milim milim döşeyip, ince ince oklavaya sardığın, oklavayı hızla aradan sıyırıp hamuru büzdüre büzdüre tepsiye döşediğin ve tepsi dolana kadar aynı özenle aynı işlemi defalarca yaptığın , yağını tam kıvam döküp, ısısını tam ayar bulup sabırla pişmesini beklediğin, tam kıvam şerbetini soğuk soğuk üstüne döktüğün muhteşem 'sarığı burma'nın sadece kokusunu alıyorsun, tatması ona kalıyor... Üstelik ne eline sağlık, ne teşekkür... Afiyet olsun şekerim, ben ne yaptım ki?..
Boşveeeer!
Canım oğlum,
Bana ilk aylarımızda yaşattığım tüm yorgunluklar, sana verdiğim tüm emekler, ellerimdeki her bir nasır ve hasar, -sokakta yürürken çekiştirdiğin için- kollarımda hissettiğim her bir ağrı, senin için attığım her bir adım, hepsi sana helal olsun... Bana verdiğin keyifin, huzurun ve sevginin yanında bunlar ne ki? Elimden gelse sana çok daha fazla emek verir, çok daha fazla vakit harcardım... Sen de bana çok şey öğrettin.
Belki birgün onları da anlatırım.
Ben de seni köpekler gibi seviyorum...
*Leonardo: Eski kocam
**Düşündüğüm şey: "Neden bunları yaşıyorum?"
Cevabını -geç de olsa buldum ve kabullendim: Beni sevmiyor, bu kadar basit!...

Hiç yorum yok: