Cuma, Aralık 22, 2006

AYI

Ben demiştim...

Bundan 5-6 yıl önce, saçımı tutup da başımın arka çıkıntısını ensemle öpüştüren ayıya demiştim...

Sessiz telefonların sese geldiği nadir akşamlarımızdan birinde, telefonda arsız arsız malum ayıyı (kocamı) isteyen "ağırbaşlı olgun hanımabla" tahammül sınırlarımı zorladığı için çıldırmıştım... Şimdiki aklım olsa, güler geçer ve güle oynaya giderdim evden... Toyluk işte.
Gösterdiğim tepkiye sinirlenen ayı, salonda arkadaşlarımız olduğu halde, beni mutfağa çekerek, bağırmamamı sağlamak için!!! bir eliyle ağzımı kapatırken, diğer eliyle de saçımı tuttuğu gibi arkama yapıştırmıştı kafamı hızla...
Ayı!
Hayvan!

Çıkacaktı bunun acısı birgün bedenimden, boynumdan. Belliydi. O kadar hayvancaydı ki yaptığı...
Buyur işte!
Aman boynum tutuldu, aman boynum yine ağrıyor derken, iki hafta boyunlukla gezmem gereken günler geldi.
"Birgün boynumda bu yüzden bir sorun çıkacak" demiştim.
"Bunu hesabını sorarım" demiştim.

Boynumda sorun çıktı.
Hesap sormak neye yarar?
Kimi eğitir? Kimi memnun eder?
Bırak boyun travmasını, tek bir saç telim çekildiğinde yaşayacağım can acısına değmez... idi...
Toyluk.
Şaşkınlık...

Acaba Ayı ve Hanımabla'nın sağlık durumları iyi mi?
Geçmiş olsun.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

MERHAMETTEN MARAZ DOĞAR, DOĞDU DAHA ÖNCE...

Yumuk yumuk kolları olan, kocaman, şişman bir köylü teyzenin kucağında ağlamak istiyorum...
O teyze 'köy' gibi güzel koksun istiyorum...
Hatta bana yanık bir türkü söylesin istiyorum...
Türküsünü söylerken bir yandan da beni sallasın istiyorum...
Ben ağladıkça o kocaman kollarıyla beni sıkarak kucaklasın istiyorum...

Bana ne yaaaaa,
Biraz da ben kalp kırayım.
Herşey karşılıklı değil ya?
Zorla olmaz ki...
Yok, yok...
Üzülmüyorum.
Yufka yürekli değilim ben.
Erkek adam ağlar mı canım öyle?... İnsanın yüreğini burka burka?
Etkilenmedim.
Hiç etkilenmedim.

Pazar, Aralık 10, 2006

İŞ RAYDAN ÇIKMIŞTIR, TADI KAÇMIŞTIR

Amaaaaan!
Tadı kaçtı herşeyin...
Milli Piyango biletleri internetten de satılacakmış...

Ne anlamı kaldı, yanımdan bir biletçi geçtiğinde ve ben biletçide kendi paranoyamdan kaynaklanan, bana karşı davetkar bir bakış sezdiğimde, işi gücü bırakıp, "İşte bu, o bilet olmalı!" diyerek peşine düşüp, illa ki ondan bilet almamın?...

Ne anlamı kaldı, biletçi elindeki tomarı iskambil kağıdı gibi pırrrr diye önümde çevirirken ve suratım onun yarattığı serinliği alırken, parmağımı arada bir yere sokarak bu küçük rüzgarı durdurup, elimin hemen altındaki bileti almamın?...

Ne anlamı kaldı, Türkiye'nin neresine gidersem gideyim, sanki o toprağın şansı bana geçecekmiş gibi, mutlaka oradan bir bilet almamın?...

Ne anlamı kaldı, çektiğim bileti cuzdanıma yerleştirirken, "Keşke yanındakini alsaydım, gözüm ilk ona takılmıştı" dememin?

Ne anlamı kaldı, biletçinin "hayırlı olsun" sözünün ardından "Çıkarsa seni unutmam, hakkını veririm, heh hüh" gibi iyi niyetli cümleler sarfettiğimde, biletçinin yüzündeki 'Biz çooook gördük böyle diyeni' ifadesinin?...

Bilet çekmek...
Biletçi...
Liste...
Ali Haydar...
Nimet Abla...
Yuvarlak bilet tablaları...
Çeyrekler sağda, yarımlar solda, tamlar ortada...
Biletçinin elinde de ayrı bir tomar. Pırrrrr!...

Çarşamba, Aralık 06, 2006

DENGESİZ İHTİYAÇLAR LİSTESİ VE BEKLENEN SONUÇ

Sevgili Noyel Baba,

Yeni bir yıla girmemize çok az kaldı.
Bana sorarsan, inan ki hiç ama hiç anlamadım, takvim ne zaman onikinci ayı işaret etmeye başladı, ne zaman yuvarlana yuvarlana kartopu (bizim için kar güllesi) oynadık, ne zaman montları çıkarıp ince gömlekler giydik, pikniklere gittik, çayır çimen yuvarlandık, ne zaman yüksek koruma faktörlü kremler sürdük, ne zaman şemsiyeleri açtık, yine ne zaman üşümeye başladık...

Su gibi aktı vallahi!

Velhasıl, gelen seneye dair birtakım ihtiyaçlarım da hasıl olmaya başladı.
Şuracığa ufacık bir liste iliştiriyorum. Durumun olursa, beni de gör be Noyel Baba!

1- Büyük bir ev. Mümkünse dört odalı, bahçeli olsun. Değilse bahçe olmayıversin. Kocaman bir çalışma masası ve kocaman kütüphaneyi kaldıracak kadar büyük bir odası olsun, kurtarır. Köpek oğlum da bahçeyi sever... Şartları zorlayamaz mıyız?
2- Arabaya kar lastiği. Mümkünse en iyisinden, mümkünse dört adet, değilse iki de kurtarır.
3- Arabaya CD çalar. Mümkünse en iyisinden ses sistemi de olsun, değilse iki düzgün hoparlör de kurtarır.
4- Bir düzine kadar eşofman altı ve ona uygun tişört... Mümkünse tişörtler iyi kalite pamuklu olsun, eşofman altlarının dizleri iki giyişte sümük gibi yayılmasın... Araya bir de bizim kazıkçı spor salonuna beş yıllık üyelik de sıkıştırıver... (Mümkünse!)
5- Uzelli'deki bütün CD koleksiyonu... Hepsi mümkün olmazsa, "pop" olanları eleyebilirsin... Bir de acıklı müzikleri... Ama onların da bazıları güzel oluyor be Noyel Baba, hani ortamı olduğunda, kızlarla içilirken, kızlardan birinin aşk acısı, koca acısı filan varsa... Bir kısmını eleyelim mi sadece?
6- Bütün renklerden, bütün çeşitlerden incik boncukla dolu bir kutu... Mümkünse kutuda öyle bir teknoloji olsun ki, ben bir düğmeye basıp istediğim rengi söyleyim, dıziii dıziii sesleri çıkarıp, uygun olanları önüme sıralasın. Hani sabahları işe giderken benim sefil ve karışık incik boncuk kutularımı alaşağı ediyorum da aradığım hiçbir şeyi bulamayıp sinir yaratıyorum ya o güzelim sabahlarda? Onun için... Mutluluk için... İnsanların mutluluğu be Noyel Baba... (Kutunun karışım oranı %90 gümüş, %10 altın incik boncuk olsun mu?)
7- Sigaradan tiksinme makinesi icat edildi mi Noyel Baba?
8- Ya köpeklerle konuşma makinesi?
9- Diline mukayet olma makinesi?

Hiçbiri tutmadı mı?
10- Pofuduk oyuncak da olur Noyel Baba! Mümkünse Kral Garfield...

Kadınlar ne ister ki Noyel Baba...

Cuma, Aralık 01, 2006

UNUTMAMAK İÇİN

Muz toplamaya çalışan salak maymunlarla hayatımıza giren dijital oyunların şimdi geldiği nokta, çocukların bilgisayarlarına neredeyse "size anne diyebilir miyim?" sözleriyle sarılmasına yol açacak...
Temel eğitim kurallarından birine göre, pekiştirilmeyen bilgiler, unutulur...
Bu oyunları oynayan , bu sözleri sarfeden çocuk kalmadı çevremde... Unutmaktan korkuyorum...

*** Sayım suyum yok!!!
*** Ay may kumay
Cevdet Sunay
Nihat Erim
Ciğerini yerim
(Eller çifter çifter birleşir)
Eşimsin! Eşimsin...
*** Herşey benden, kurallar benden!
*** Top benim, kuralları ben koyarım!
*** Badegül, çık! Su içtin!
*** Sinan! Armuuuutttt!
*** Mendilim köşe köşeeee
Bizden size kim düşeeeee!
*** Güzellik mi, çirkinlik mi,
Havuz başı heykellik mi?
*** Ali Baba saatin kaç?
Kazandibiiiiii!
*** Aldım verdim
Ben seni yendim
Yenmeye geldim
Sarıkız'ın saçını
Örmeye geldim.
Topuk mu, burun mu?
İlhami'yi al, o hızlı koşuyor.
*** Ama ben 'mum diktim' demiştiiiimmmm!
*** Mihriban'ın çok canı var, onu şişleyelim!
*** Topu dikmece yok!
*** Biz şimdi üç kardeşmişiz, ailemiz Amerika'daymış... Kim abi olacak?
*** Kızlar kovboyculuk oynayamaz! Sadece seyredin.
Niyeymiş? Bonanza'da kızlar da var!
*** Kızlara erkekler sessiz film oynayalım mı?
Olmaz, siz hep ayıp filmler söylüyorsunuz!
*** Şarkıcılık oynayalım mı?
Ben Ajda Pekkan'ım...
*** Anneee! Kağıt bebeğin gelinliğini sen keser misiiiin? Çok zoooor!
*** Herkes evden patates getirsin, ateş yakıp pişirelim...
*** Küs mü, barış mı?
*** Hadi, apartmana girip kaloriferde eldivenlerimizi kurutalım.
*** Leğen, naylon torbadan daha güzel kayıyor...
*** Aşşaaa gelsene!
Gelemem, Şeker Kız başlayacak...
*** Aşşaaa gelsene!
Gelemem annem evde yok. 'Ben gelene kadar çıkma' dedi.
Biz gelelim??
Olmaz, kızar...
*** Mustafa'nın eniştesi Almanya'dan pilli tren getirmiş...
*** Leyla'nın halası Amerika'dan kokulu silgi getirmiş...
*** Bisikletini bi tur versene...
*** Lastik atlayalım mı?
Lastiği hep ben getiriyorum, bu sefer de siz getirin...
*** Sanem'le Ahmet gece saklambaçında beraber saklanmışlar!!!

Başka? Başka? Başka?

Perşembe, Kasım 30, 2006

ÇIKARIN KAĞITLARI YAZILI VAR!

Dünkü yazıma yapılan yoruma ithafen,
"BLOG UYDURUKTAN MI OKUNMUŞ" YAZILI SINAVI

AÇIKLAMA: 1,2,3,4,5 no.lu soruları lütfen belge beyan ederek cevaplayınız.
Örnek: "Sayın Koko, şu tarihli şu başlıklı yazınızda diyorsunuz ki....." gibi. Ayrıca şu maddenin şu fıkrası, şu bendi gibi detaylar da belirtilebilir.

Soru1- Günümü işyerindeki insanlara kızmakla geçirdiğimi nereden çıkardınız?

Soru2- Kiboş'a kızdığımı nereden çıkardınız?

Soru3- Bu bloğu birşeylere kızdığımda kullandığımı nereden çıkardınız?

Soru4- Birşeylerden kaçma isteğinde olduğumu nereden çıkardınız?

Soru5- Bloğu güncellemekle keyfim arasındaki bağlantıyı nasıl kurdunuz?

Soru6- "3-5 Yazıyla Kişilik Tahlili" kitabını nereden edindiniz?

Soru7- Blog yazma halet-i ruhiyesi nasıl olmalıdır? Kişi hangi durumlarda blog yazabilir? Mesela -durum benimle alakalı değilse de- çok mutluyken yazı yazmayan birinin sinirliyken yazdıkları sayılmaz mı?

NOT: İstediğiniz sorudan başlayıp, soru numaralarını kırmızı kalemle yazabilirsiniz.


Sorunuza cevap- Kızmadığım hiçbir an yok. Ben çok kızgın biriyim. Birşeylere kızamadığım zamanlarda hayatım anlamını yitiriyor. Elim ayağım dolaşıyor. Doktor çağırıyorlar, doktorlar yalancıktan beni kızdırıyor, rahatlıyorum.
Şaka bir yana, ben kızmıyorum, eğleniyorum...
Şimdi olduğu gibi...


Ev Ödevi: "Hiciv" nedir? Nerelerde kullanılır? Örneklerle açıklayınız.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

KİBOŞUM KİBOŞUM KİBAR KİBOŞUM

Bir yazı yazdım dün akşam.
Kiboş'la ilgili...
Hala draft'ta bekliyor. Biraz abartmışım sanırım.
Olur ya hani, buraya gizli şifreyi yazıp girilmiyor, biri okuyup da Kiboş'u çözerse, ki yazdıklarımdan, onu tanıyıp da çözmemesi mümkün değil, ha istifa mektubumu yaldızlı kalemle yazmışıııım, ha bahsettiğim yazıyı yayımlamışım... Sakal ve bıyık...

Ama duramıyorum...
Yazarken çok eğlendim.
Günün birinde, bir samimi ortamda konu "işyerinde kadın manyaklığı"ndan açılırsa, tatlı tatlı anlatayım da herkes benim kadar eğlensin diye, unutmamak için, birkaç doneyi (done??? neredesin tdk.gov.tr???) buraya taşımak zorundayım... Hani, fıkra anlatmayı çok seven insanların, cuzdanlarında fıkraları anımsatacak bir-iki kelimeyi bir kağıda yazıp taşımaları gibi...

Hülasa,
*** Kiboş ve beyaz etek altına giymem gereken -çok afedersiniz- çamaşır brifingi...
Bu brifing esnasında içimden gerçekleştirdiğim katıla katıla gülme durumu bir araya dışımdan da gerçekleşmeye yeltenmiş, durum, yalandan öksürme suretiyle örtbas edilmiş, kendisine yardımları için teşekkür edilmiştir. (Deliye "he, he" deme muamelesi)
*** Kiboş ve "Bana adımla hitap edebilirsin, nasılsa aynı yaşlardayız." beyanı. Kendisi anam karılara benzer...
*** Kiboş ve kuşları (Detay yok... Yaldızlı kalem!!!)
*** Kiboş efsaneleri...
Kiboş efsanesi-1:"Benim bir bakışımla karşımdakinin eli ayağı birbirine dolaşır..." Kiboş efsanesi-2:"Karşımdakinin ufacık bir hareketinden ya da bakışından niyetini anlarım. Çok zekiyim..."
Kiboş efsanesi-3: Patronu en iyi ben tanırım. Sol kaşı kalksa su, sağ kaşı kalksa kahve ister. İkisi birden kalkarsa eşini ararım, kaşları kalkıkken elini şıklatsa, yönetim kurulu toplantısı ayarlarım."
Efradı koro olup cevap verir: Evet Kibooooş, evet, evet, evet... Sen var ya sen......
Yiyorsa "hadi len" desinler...
İşin doğrusu, efradı Kiboş'tan çok korkar. Çünkü o, bildiğimiz "deli"dir. Bunu bir tek kendisi bilmemekte, korku ile saygıyı, sevgi ile yalakalığı ayırt edememektedir. Ama zekidir!!!

*** Kiboş ve topuklu ayakkabıları...
Kiboş, onlarla yürümeyi beceremez ama ayak parmaklarıyla ayağının geri kalanı arasında dik açı oluşturacak kadar yüksek topuklu ayakkabılar giyer... Bir adım atar, arkasından poposunu toplar. Düşmemek için kamburlaşır.Kuşlarından birinin koluna girer genellikle... Yalnız yürüyorsa, kollarından destek alır. Kolları omuz hizasına çıkar neredeyse, elleri serbestçe sallanır...
Kiboş, yazın dekolte(??) ayakkabılar giyer. Uzattığı narin ayak tırnaklarına sedefli turuncu, beyaz ojeler sürer.
Zarif Kiboş!

N'oluyor be???
Abarttım yine. Hani fıkra başlığı tadında ufak hatırlatmalarla sınırlamıştık yazıyı?
Ayıp oldu yine...

Şaka kız Kiboş...
Vallahi şaka!
Ben o zannettiğin kişi değilim.
O zannettiğin kişi, bilgisayar kullanmayı bile bilmez, bırak blog mlog yazsın... Git bilgisayar bile kullanamadığımı patrona söyle de işime bir taş daha koymuş ol, neme lazım... Tutar belki...

Pazar, Kasım 26, 2006

BİR GECEDEN ÇIKAN SONUÇLAR

Sonuç1- Cazın fingirdek Brezilya ritimleriyle buluştuğu bir müzik, güzel sesli güzel Brezilyalı kadının konseri, elde bira, popo sallanarak dinlenir. Konser salonunda değil... Efes Pilsen Blues Festival'ın gözünü seveyim. Başlamış... Gitmeli... Yine...

Sonuç2-Basgitar çalan erkeklere karşı ezelden beridir anlam veremediğim bir hayranlığım var. Ama daha çözemedim... Acaba bu, müziğe girdiği anda tamamen havayı değiştirip içimizi kımıl kımıl yapan basgitardan mı kaynaklanıyor, yoksa şimdiye kadar dinlediğim tüm basgitarcılar mı etkileyici, ikisi bir arada mı etkili, bilemedim.

Sonuç3-Herkese "merhaba" demektense, bir elin parmaklarının -belki de yarısı- kadar dostun olsun, yeter...

Sonuç4-Hala Prodigy dinleyebiliyorum!!!

Sonuç5-Ama artık arabada yüksek sesli müziği bünyem kaldırmıyor... Genç Sarıkız'la arkadaş olmanın tek dezavantajı...

Sonuç6-MUTLUYUM.

Cuma, Kasım 10, 2006

BEN HİÇ AŞIK OLMADIM/MI/MIŞIM/

Ben isterdim ki,
hani Rahşan istemeseydi şu Devlet Mezarlığı işini de, alelade bir yer de olsa, önünde sonunda ölümde de beraber toprağa karışacakları bir yer seçseydi...
O zaman bu aşk "gerçek" olurdu sanki...

Hani o sevdiğim şiir gibi.
"Biri beni böyle sevsin" dediğim gibi:


BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM
Ben senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki
içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar...
Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak :
biri sen biri de ben.
Ben daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok, ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey : belki diyor.

Nazım Hikmet


Aşk var mı yaaa?
Gerçek olan ama.

"Aşık oldum" diyeni çok duydum ama...
herhalde dil sürçmesiydi...
Çoğu midemi bulandırdı.
Hatta birinin üstüne kustum bir seferinde...
Hala onları temizliyor!!!
Ama farkında değil.
Kötü cadı büyü yaptı.
Aşka iade-i itibar edene kadar o pislik temizlenmeyecek...

Cuma, Kasım 03, 2006

GEÇTİ YİNE BİR GÜN

Bugün...

*Sabah pek bir enerjik uyandım...
*İşteki sarı saçlı, kara suratlı Kibariye'ye yine gıcık oldum. Hasta o yaaaa, vallahi hasta.
*İki kişi "bunları kimseye söyleme" diyerek bana sır verdi. Söylemem, vallahi söylemem. Dediler ki....... (pek bir espiriliyim)
*Öğle tatilini Tunalı'da geçirdim. Yok, yok... Tadı kaçmış. Haydin Işık Dağı'na...
*Kendime kitap ve cd hediye ettim, çok uslu olduğum için.
*Akşam eve dönüşte yanımdaki adamın neredeyse omzuna düşüp uyuya kaldım. Yaşlanıyorummmm. Hayır, hayır... Yol tutuyor. Hıyar adam da nazikçe bir omuz dürter, hareket eder de uyanayım... Nerdeeee!
*Annemin son mahsul sebze çorbasının yine ve maalesef deneği oldum. Bu seferki ıspanaklıydı... Tadı iyi, görüntüsü berbattı. Haniii. Biri çıkarmış gibi midesinden... Anneciğim, ıspanağı öyle eskisi gibi yapsan hani, kavurup soğanla filan?
*Köpek oğlumla uzuuun bir sonbahar yürüyüşü yaptım akşam vakti. Siviiit novembır...
*Yeğenlerimi alıp kocaman bir kitapçıya soktum. Puf koltuklarda oturup kitap okudular. Pek duygulandım.
*Çoook uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı gördüm... Bana bir sarıldı, bir sarıldı... Babalık çok yakışmış... En kısa zamanda görüşmek üzere...
*Yoruldum, yarın saat ellibeşe kadar uyanmayacağım...

Perşembe, Kasım 02, 2006

MUTLULUĞUM ÇAN EĞRİSİ...

Bugün huysuzdum,
ama öğlene kadar.
Sonra kıvrak bir manevrayla işten kaytarıp kendimi kasvetten kurtardım.
Köpek oğluma koştum.
Parkta saatlerce oynadık.
Attığım topları getirmekten yorulunca bir kenara muzur muzur çekilip topu parçalamasına ve de parçalarını mideye indirmesine izin vermedim. Ağızdan top çekme savaşını ben kazandım. Bizimki pitbull olmuş da haberim yok... Topa asılı kaldı dakikalarca havada... Sol kolumun canı çıktı... Aylar önce, yediği koca bir parça tenis topu yüzünden ölümden döndü canım köpek oğlum...

Sitenin gerzek sakinlerinden, sabahtan akşama kadar pencereden koca memelerini sarkıtarak gelenin geçenin hayatını didikleyen kadın olanıyla, çok istemesine rağmen, kavga etmedim.
1.Deneme: "Köpeği parkta gezdirmesenize! Çoluk çocuk oynuyor..."
Cevap :
İçten :(Senin oğlanı geçtiğimiz yaz ağaç diplerine işerken az yakalamadım)
Dışarı: "Yaaaa, size de iyi günler."

2.Deneme: "Bir köpek eksikti burada!! Bıktık yahu sizden!!!
Cevap:
İçten: (...tir git başımdan)
Dışarı: "Kaloriferler de yanmaya başladı artık, evet, evet..."

3.Deneme: "Aaaaa, iyice terbiyesiz bu! Dalga mı geçiyorsun? Jandarma çağıracağım. O köpek pislikleri ne oluyor?

Cevap: (Cebimdeki boş torbaları çıkardım) "Bunlara giriyor onlar. Doldurunca size de bir tane getireyim mi sıcak sıcak?"

Delirdi kadın. Pencereyi kapatırken camı dışarı patlayacaktı az kalsın.
Bekledim, jandarma gelmedi.
Keşke gelseydi. Komutanları bu gerzeklerle çok eğleniyor... Öbür evdeyken bir kere, yine böyle bir arızalıya "Zabıt tutalım hanımefendi, sahipli köpekler parklarda dolaşmasın, sokak köpekleri istedikleri kadar işeyebilir, diye not düşelim" demişti. Hi hihi...

Kısmette varmış, jandarma arabasını akşam caddede gördüm.
Utanmadan bir de, selektör yapıp durdurdum. Derdim başkaydı...
Caddede gezinen 4-5 tane modifiye arabalı canavar gördüm. Yolun orta yerinde üçü yan yana durup arabalarından indi, yarım saat sonraya sözleştiler yarış için... Kulaklarımla duydum... Sonra da küfürlere kornalara milletlerarası geçerliliği olan "nah" işaretleriyle karşılık verip, o makas senin, bu makas benim, binbir tacizle u dönüp caddenin karşısına geçtiler.
Hemen biraz önümde de candarmamızın devriye otosunu görmeyim mi??
Selektör, dat dut derken, durdular, yanlarına gittim.
Şikayet ettim, hayal kırıklığına uğradım.
Şu an suç teşkil edecek bir durum yokmuşşşş!
"E, ama devriye geziyorsunuz, takip etseniz falan??"
Şikayet yazılı olmadığı sürece birşey yapılamazmışşşş.
"Pes yani! Asker de bunu yapıyorsa!! İlla memur zihniyetiyle mi hareket etmek lazım? Zabıt mabıt? Üç beş ay sonra bu ruh hastaları bir iki kanlı vukuat yaşatınca mı anlayacaksınız durumun vehametini? Ben bunu başka yollarla şikayet edeceğim o zaman."
..............
Bammmm!!! (Benim arabanın kapısı)
Yarın son derece dokunaklı bir şikayet mektubu yazılacak, ilgili ilgisiz merci(mek)lere iletilecek. Ben yapayım da üzerime düşeni... "Korna eşliğiyle sinirli hareketler"yöntemini benimsemiş tepkili duyarlı milletim de başka yollar arar belki bu duruma son vermek için.
Ne zannettiniz ulan mahallemi? Bağdat Caddesi ezikleri özentileri sizi... Ananız babanız nerde? Arabanıza bu kadar masraf yapacak parayı nereden buluyorsunuz? Siz geberin ama kimseye zarar vermeden, kendi aranızda geberin!
Tahammül edemiyorum!!!
İşte buna tahammül edemiyorum!

Yaaa, ne diyordum?
Üremek başkaaaa, insan yetiştirmek başka.
Üre, hasbelkader büyüt, at sokağa, ver parayı, ne halt yerse yesin.
Hapçı, topçu, yarışçı olsun...
Babanız boynuzlarını parlatsın, ananız kariyer yapsın...

İyi de...
Yetişmiş pırıl pırıl çocuklar ne olacak?
Ya birine bu şuursuzlar yüzünden zarar gelirse? Gelmedi mi daha önce, defalarca?
Geberin e mi? Kendi aranızda geberin...

Canım sıkıldı beee!

Pazar, Ekim 29, 2006

SALAK ŞEYLER

Kızdığım insanlar var...
Öyle belli birileri değil, ya da belli olmasın diye, o belli birilerinden yola çıkarak genelleme yapıyorum.

Hayatını yönetmekten aciz insanlara kızıyorum.
Küçük bir hareketin hayatta neler değiştirebileceğinin farkında olmayanlara.
Kaderine razı olanlara ya da kaderindeki diğer seçenekleri kullanmayanlara.
Temkinli ya da önyargılı davranmak adı altında, neler kaçırdıklarını idrak edemeyenlere.
Salak şeyler...

Cumartesi, Ekim 28, 2006

MUMYALAYAMADIM

Dayanamadım, daha "mum"ları soğumadan, bir ayakkabı kutusunun içine yerleştirilerek bana ayrılan fotoğraflarımı mumya olmak üzere gömdüğüm kolinin derinlerinden kurtardım.
Bir tanesine bile bakmadım daha.
Trilye'den getirdiğim barik şarabının tadını, onlarla çıkaracağım.
Belki yarın.
Annemi yatılı misafir gönderip ablamlara...
Öylece yatıyorlar kutuda. Sabrımı deniyorlar.
Herşeyi tadıyla yapmak lazım.
Elde bir fotoğrafla derinlere dalıp, gözlerin tek noktaya takılı kaldığı için büyüyüp, sahibine eblek ifadesi verdiği o hali kimseden sakınmadan, biri görür diye düşünmeden yaşamak lazım.
Belki de ağlamanın tadına varmak.
Sarhoş olup, gaza gelip, fotoğraf kahramanlarını aramak belki.
Belki de beraber ağlamak içim yanına çağırmak.
Ya da gülmek için...
Bol bol "keşke" demek için.
Ya da daha da çok "iyi ki...".
Kimlerin burnumda tüttüğünü farketmek için.
Hangi fotoğrafa daha uzun baktığımdan, kimleri daha çok önemsediğimi anlamak için.


Allah'ım, korkuyorum...
Bu fotoğraflara bakma işine fazla törensel bir anlam yükledim.
Abarttım mı ne?

Cuma, Ekim 20, 2006

YİNE ŞIMARDIM, GEÇER...

Ekiiiiiimmmmmm!
Taaatillllllll!
Sonbahaaaaaaarrrrr!
En sevdiğim tatil zamanı ve yeriiiiii!
Sonbaharda deniz kıyısıııııı!
Ormannnnn!
Balııııkkkk!
Ayakta botlar, sırtta yağmurluuuukkkk!
Aynı zamanda göl kıyısı, pikniiikkkk!
Köy kahvaltısı, balık ekmeeekkkk!
Kirli tişörtler, ıslak çoraplaaarrr!
Yorgunluk, ama temiz uykuuuuu!
Zeytinyağı turları, köy pazarııııı!
Çamlar altında deniz manzaralı çaayyyy!!
Şımarıkım şımarıııkkkkk!

Perşembe, Ekim 19, 2006

VEFAT ve TEŞEKKÜR

Kocaman bir balonun içinde sürdürdüğüm keşmekeş hayatımın, balonun yerinde ve zamanında patlayarak sadece beni dışarı atması ve hani şu biz küçük çocuklarken, dünyanın oluşumu hikayesinde anlatıldığı gibi büyük patlamanın tozlarından yeniden doğarak ve de yeniden keşmekeş bir hayatın idame edildiği yeni, bensiz bir balon haline gelmesinin üzerinden neredeyse iki yıl geçti.

Bu balonun artık dışında kalan ben, bir zamanlar içerideki hayatını "dış göz"le seyretmeye dalıp yorumladığımda, ne kadar iyi bir karar verdiği(mizi) anlıyorum.

İçerideyken, iliğime kemiğime kadar işlemiş, sevgisizlikten ve kandırılmanın anlamak istenmemeye çalışılmasından kaynaklanan mutsuzluğumun sebebini araştıramayacak kadar incitilmiş, engellenmiş, yanlışların çokluğundan "yanlış"ın normal kabullenildiği, doğruların unutulduğu bir haldeyken, artık dayanamayacak duruma gelmeme ramak kala gerçekleşen bu patlamanın pimini çeken beyinsiz kaltağa -maalesef- minnettarım...

Tek amacı "benim de artık acı çekmem gerekliliği" olan bu meş'um eylemin, balonun içinde süregelen şuursuz mutsuz hayatımın etkilerinden henüz sıyrılamamam sebebiyle, kısa bir süre için amacına erişmiş olduğunu kabul etmek durumundayım.

Bu "ağırbaşlı olgun hanım abla", benim tükürülmemden sonra yeniden oluşan mutsuzluk balonunun içine kendini güle oynaya atıp, kazdığı kuyuya düşen ahmak olarak kendi tarihinde kara bir sayfa açtığının farkında mıdır, bilinmez...

Benim ise, farkında olduğum tek bir şey var:
Ben -seve seve- öldüm ve teşekkür ederim...

(Bugün Kandil...
Dua etmenin gücüne inanmamak için hiçbir sebebim yok.)

Çarşamba, Ekim 18, 2006

KEL ALAKA NE ALAKA

Bugün birşeyi farkettim ve bunu belgelemek istiyorum.
Şu komedi dizilerinde, gerekli yerlerde gülmeye şartlayan kahkaha sesleri ya da şaşkınlık duymamızı bildiren aaaaaaaaaa! sesleri gibi, klavyede ya da cep mesajlarında yazdıklarının sonuna
:) ya da
:p ya da
:(((( ya da
:=) gibi işaretler (mi desem) koyanlara sinir oluyorum.
Niyeyse.....
Sanki bana düştü tasası...

Pazartesi, Ekim 16, 2006

ZATEN GEÇERKEN UĞRAMIŞTIM

Bana ait olduğuna karar verdiği fotoğrafları bir kutuya koymuş...
Bakamadım. Korktum.
Hani şu uzun süre bakmadığımız fotoğraflar elimize geçtiğinde yapacağımız bütün işleri unutup, onları yerlere dağıta dağıta bakarak tadını çıkarırız ya, zamanında yaşadıklarımızın...
Yapamadım.
Fotoğraf kutusunu görür görmez şöyle bir baktım ilk fotoğrafa, kapattım kutuyu. Onu da başka bir büyük kolinin içine, uzun süre ihtiyaç duyulmayacak oldukları için depoya konulacakların arasına gönderdim, kolinin ağzını sıkı sıkı bantlayarak... Gömdüm onları. Ya da mumyaladım diyelim...
Ağlayacaktım, eminim.
Ben zaten fotoğraflara bakarken iki uçta gezerim: Ağlarım ya da gülerim.
Bu seferki tek uçlu olacaktı. Yapamadım. Zamansızdı çünkü. Onlara başka bir zaman başka bir yerde de baksam, ağlayacağım büyük ihtimalle ya da kesinlikle... Koca bir hayat saklı onlarda. Yaşadığım gerçekler.
Kızgın değilim ona.
Çünkü o benim sadece "kocam" değildi. Bu fotoğraflarda saklı hayatımın içinde, neredeyse çocukluğumuzdan beri beraberdik. 17-18 yaşlarından beri. Ayrılana kadar, ömrümüzün şimdiki yarısı kadar.
Sadece "kocam" değildi o yüzden.
Arkadaşım, dostum, sevgilim ve de kocam... Nihayet "eski kocam". Hepsi oldu sırayla. Zaman zaman sadece biri oldu, zaman zaman hepsi.
Sadece "kocam" olduğunda, sevmedim onu. Çünkü o, "koca"lığı sevmedi, benim de sevmem için hiç çaba göstermedi.
Arkadaşken aynı zamanda, bir harikaydı. Hayatta en çok eğlendiğim insanlardan biriydi. Aynı şeylere gülmek çok önemli...
Sevgilimken aynı zamanda, aklımda kalan en derin his, arada bir elimi tutup durup dururken öpmesi ve çok sıklıkla "iyi ki varsın" demesiydi. İşte o zaman anlardım beni sevdiğini... Gerisi hikaye.

...ve fakat, asla "abi" ya da "baba" olmadı gereken zamanlarda. Belki de bu tatmin etmedi beni, bende onu her ne tatmin etmediyse... Her kadın gibi, en zangoç gibi olanı bile, kimi zaman ihtiyaç duyar sığınmaya ve korunmaya.
Ağzından bir kere bile "üzülme, ben varım" çıkmadı. Doğru olsun olmasın "dünya bir yana sen bir yana" demedi. Bu güven duygusunu yaşamadım onda. Yoktu, yok...

Yine de seviyorum onu. O da biliyor. Ama sevgimin boyut değiştirdiğinin farkında mı, değil mi, emin değilim.
Aşk değil bu. Cinsiyetinin de önemi yok.
Ona zarar gelecek diye ödüm kopuyor. Yaptığı saçmalıkları duyunca çok üzülüyorum. Mutlu ve başarılı olmasını istiyorum. Aptallıklarına kızıyorum. Ama söyleyemiyorum. Ne de olsa, normal şartlarda "eski karı", ona bunca acı çektiren "eski koca"nın mutlu olmasını istemez. Yaptığı yanlışlardan zevk alır hain hain. Bu nedenle de, samimiyetime inanmamasından korkup, "yanlış" yapıyorsun" diyemiyorum ona, gün gibi ortadayken yanlışlar...
Her ne yaşanmış olursa olsun , bana ne kadar acı çektirmiş olursa olsun, aramızda yılların beslediği derin bir bağ var. Belki bunun sadece ben farkındayım şimdilik. Ama o da zamanla anlayacak.
Güzel bir şey bu...
Şimdi bile hala üzülüyorum çamaşır makinesini taktırana kadar ne yapacak diye... ya da yeni koltuklar gelene kadar...
İnsan, kendini bu kadar inciten birinin iliğini kemiğini soyar boşanma durumunda. Ama yok, kıyamıyorum.
'Hak geçmesi'nden çok korkarım. Rahatsız eder beni. Bana helal edilmeyen hiçbir şeyi almadım umarım...
Üzüldüm mü?
Bilmem ki...
Aslında hayır.
Çünkü, elimden gelen herşeyi yaptım, bütün tavizleri verdim, bütün zamanları sundum hem evliyken, hem de boşandıktan sonra...

Velhasıl, geçtiğimiz Cuma ve Cumartesi günlerini, elimde kutularla "evim"i "evim" olmaktan tamamen çıkaracak işleri yapmaya gittim.
Orada bir zamanlar benim de yaşadığımı hatırlatacak birşey kalmadı...
Geldik gittik işte...

Pazartesi, Ekim 09, 2006

"CUK" OTURDU

Bunun zamanı, hakkını vere vere geldi...
Aslında çoktaaaaan gelmişti de, ben bu şiiri Sarıkız bana gönderdiğinde okuyup da, "Zamanı geldiğinde kullanılacaktır" şeklinde bir fikir yürüttüğümü, bilgisayarımdaki "kullanılmayan dosyalar" bölümünü temizlerken hatırladım.
Bir güzel temizlik daha...
Tam yerini buldu.
"İhtiyaca cevap verdi."


BENCE ARTIK SEN DE HERKES GİBİSİN

Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi ta içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.

Maziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim
Kalbimde kalbine yok bile kinim
Bence artık sen de herkes gibisin

Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin

Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin

Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

NAZIM HİKMET

Pazar, Ekim 01, 2006

İYİ Kİ -ONLAR DA-VARLAR

Var yaaaaa, vallahi var!
İyi dostlarım var.
Bana sahip çıkan, inanan, bağını koparmayan...
Hesapsız, olgun,dürüst, iyi niyetli...
İyi ki varlar!

Cuma, Eylül 29, 2006

AĞIRBAŞLI OLGUN HANIMABLA

Etrafını mütebessim bir ifadeyle, başını hafifçe indirip kaldırarak selamlayan "ağırbaşlı" bir kadın...
Sürekli gülümseyen yüz, zarif hareketler, titizlik muskası tavırlar...
Ağzından "salak" kelimesi çıksa, "çok afedersiniz" diyecek kadar incelmiş konuşma ifadeleri...
İnsanlarla iletişim halinde çalışılan her türlü işte, artık herkesin bir şekilde ucundan kıyısından almış olduğu "iyi iletişim kurma" bazlı eğitimlerin herhangi birinden çalıp çırpılarak, beceriksizce uygulanmaya çalışılan taktikler.
Konuşma sırasında sıradanlıkla söylenen, o konuşmanın anlatmak istediğiyle uzaktan yakından bağlantısı olmayan önemsiz bir ayrıntının datalara kaydedilerek, yeri geldiğinde kullanılması örneğin...

"Geçen gün bizim oğlanı dişçiye götürmek için fellik fellik taksi ararken, arabanın biri zart! fren yapıp önümüzde durdu. Tam küfredecektim, bir de kim çıksın içinden? Bizim Kemal! Bir yakışıklı olmuş, bir hoşlaşmış ki sorma... Telefonunu verdi, haftaya görüşeceğiz.............." şeklinde uzayan bir konuşma.

Sonuç: Bir sonraki karşılaşmada, "oğlunuzun diş tedavisi nasıl gidiyor?" sorusuyla, yakın ilgi alaka, dikkat edilme, önemsenme, anlattıklarının dinlenmesi gibi ihtiyaçların basit bir şekilde karşılanması suretiyle kalp kazanılmaya çalışılması.
Profesyonelce... Fazla formal... Fazla samimiyetsiz... Kurgulandığı belli incelikler...
İş hayatında uygulanması kolay ve bilindik taktiklerin, eş-dost arasında ne kadar samimiyetsiz ve bayağı kaçtığından bihaber debelenmeler...

Ama, Allah için "ağırbaşlı"!!! Allah için "hanımefendi"!!! Hal hatır eksik kalmaz, gülümseme gırla, iki dirhem bir çekirdek her daim...
"Ben bildiğiniz gibi değilim" çabaları, hiçbir işe yaramayan, arkasını döndüğünde dedikodusu yapılan, ortamdan uzaklaştığında kendilerini sıkan bedenleri oh be! dedirten, hatır için katlanılan...

O kadar "ağırbaşlı" ki...
Nasıl desem?
Nasıl anlatsam?
Sanki...

Sanki yıllarca, kendi de hali hazırda evliyken, evli sevgilisinin evine neredeyse hergün sessiz telefonlar edip huzur kaçırmaya uğraşmamış...

Sanki küçücük kızının kafasını karıştırıp rahatsız olmasını sağlayacak kadar muhatap etmemiş sevgilisiyle...

Sanki sevgilisinin eşiyle paylaştığı eve elini kolunu sallayarak defalarca girip fantazi yaşamamış...

Sanki evin -maalesef- diğer sahibi olan 'öteki kadın'a mesaj bırakmamış, kullanılmış regl tamponunu uluorta banyoda unutup!!!...

Sanki sevgilisinin karısını canı her istediğinde, kafası her bozulduğunda arayıp orospu, kaltak, kahpe gibi, "salak"tan çok öte kelimeleri sarfetmemiş...

Sanki bir gece çıldırıp, Sulukule camiasının bile dudaklarını uçuklatacak bir bayağılıkla sevgilisini karısına ispiyonlayıp, ağıza alınmayacak küfürler savurup, hiçbir şeyden haberi olmayan kadının hayatını alt üst etmeye çalışmamış...

Sanki işler tüm bunlara rağmen istediği gibi gitmeyince, sevgilisinin karısına yönelttiği küfür boyutlarını "ağıza alınmayacak" mertebesine taşımamış...

Sanki işi gücü bırakıp, işyerini vakitsiz terkedip, onun bunun garsoniyerinde sevgilisiyle ayaküstü düzüşüp, koştur koştur kızını kreşten almaya gitmemiş...

Sanki sevgilisinin evinin önünde arabayla bekleyip, sapık sapık onu ve karısını takip etmemiş...

Sanki, sevgilisinin karısıyla birlikte olduğundan emin olduğu bir zamanda telefon edip porno film sesleri dinletmemiş...

Sanki meydan -memnuniyetle- ona bırakıldığı halde hala içi rahat etmediği için sevgilisinin eski(ttiği) karısını hala arayıp saçma sapan tehditler savurmamış...

Sanki, sanki.... Sankimmmmmm!!!
Kifayetsiz... Kelimeler yetmez bu ağırbaşlılığı tasvire...
Böylesine ağırbaşlı yani.
Böylesine olgun, böylesine hanımefendi...

Velhasıl, herkes kendi yoluna.
Bırakalım, herkes ne kazanıp ne kaybettiğini yıllar geçtikte anlasın.
Zamanla herkes layık olduğu koltuklara oturacak, eminim.

Ama...
AMA...
AMA...

Kimse, o küçücük beyniyle, "Benim hakkımda hırsından ileri geri konuşmuş, ben aslında öyle değilim" havası yaratıp, hatta gücünün yettiği, kıyak ev kredisi verdiği için onu pek seven arkadaşlara ağlayarak beni hiç olmadığım biri gibi gösteremez!
Kimse beni yalancı çıkarmaya çalışamaz.
İnsanlar o kadar aptal değil.
Herkes haddini bilsin.
O, sadece kendi "aptal"ını zehirlemeye devam etsin.
Bana bulaşmasın.
İşim olmaz. Elimi, beynimi, ruhumu kirletemem, bundan daha fazla da mesai harcayamam böyle bir rezillik için.
Benimle kafasını bozduysa, kendi "aptal"ıyla çözsün sorununu.

Yoksa?
Yoksa ben de çok "ağırbaşlı" olurum...

Yani ilgilenmem.
Yani ona buna ağlamam.
Yani oluruna bırakırım herşeyi.
Yani yanlış yapılmasına fırsat veririm, doğruyu bulsunlar diye.
Yani hayatıma devam ederim, mutlu mutlu, iç huzurlu, dış huzurlu...
Kimseye bilerek zarar vermeye çalışmadığım için rahat uyuyarak.
"Ağırbaşlı" yani.
Ağırbaşlı...

Perşembe, Eylül 28, 2006

ÇOK ÜZGÜNÜM

Yaaaaa, işte...
Vakit geliyor yavaş yavaş.

Başka bir boyuttan olan biteni seyrediyorum gibi gelmişti. Sanki yapmam gerekenleri yapıyorum şuursuzca.
O kadar üzgündüm ki, onların varlığı yokluğu umurumda değildi.
Mavi koltuklarım, bulaşık makinam, mavi tül perdelerim...
Evimle vedalaştığımda, onlara bakarken tek düşündüğüm, her birine sahip olmak için harcadığımız emekti, yaşadığımız güzel telaştı.
Koltukların kumaşını seçmek için teptiğimiz sokaklardı.
Gardırobumun çekmecelerini, raflarını tek tek düşünüp, hesaplayıp ve de çizip, mobilyacıya gururla verdiğim kağıttı.
Yatağımızın çok özel olması için karıştırdığım dergilerdi.
Evim için aldığım yarısı sarı, yarısı mor ilk yemek takımlarıydı.
Her zaman gittiğimiz restoranda bize hediye edilen bir çift bira bardağıydı.
Daha küçücük sevgililerken, evlenmek gibi bir düşüncemiz yokken, annemin baskılarıyla 'çeyiz olsun' diye utana sıkıla aldığım renkli renkli nevresim takımlarıydı.
Tekini, o daha öğrenciyken, Eskişehir'de ev tuttuklarında hediye ettiğim bir çift pofuduk yastıktı.
Evim için aldığım ilk süs eşyasıydı, içinde mum yanınca dışarıya yıldızdan gölgeler veren mavi fener...
Parasızlıktan ucuza kaçıp aldığımız kilimlerdi.
Kardeşinin verdiği, kocaman çerçeve içinde kırmızı motorsiklet resmiydi.
Annesinin bana taktığı, kendi ucuz ama değeri yürekten kopup gelen en büyük hediye olduğu için asla ölçülemeyecek zarif saatti.
Eniştemin her seferinde büyük bir heyecanla getirdiği küçük küçük mutfak eşyalarıydı.
İçini doldurmaya debelendiğimiz CD'likti...
İlk VCD'mizi kurmaya çalışırken yaşadığımız telaştı.
Herkese açık yemek masamızda keyifli yemeklerimiz, ailemiz, arkadaşlarımız...
İçki, king, tavla... Yılbaşı şapkası, yılbaşı hindisi... Pazar kahvaltıları...

Eeeee?
Ne kaldı?
Haftaya dağılacak hepsi.
"Yuvanı dağıtma!" diye boşuna söylemiyorlarmış.
Keşke kızgınlığım doruktayken yapsaydım şu işi.
Şimdi geriye sadece iyi anılar kaldı.
Anlamsız sevgim kaldı.
Çok zor be!
Herşey tamamen geçmişte kalacak ve ben artık portakallı İsviçre çikolatalarıyla başbaşa kalacağım...
İstesem deeeee, istemesem de.
Denemek için. Şans vermek için.

Peki, bu şans koltuk kanepe almaya kadar giderse ne olur?
Koltuklarımın rengi beni o kadar ilgilendirir mi artık?????????????????????
Hepsi aynı, hepsi aynı.

NOT: Bir ara, "ağırbaşlı kadınlar"la ilgili bir yazı yazayım.

Salı, Eylül 19, 2006

Basiretim Bağlandı

Yazamıyorum.
Yazıp yazıp siliyorum.
Kuyuya konuşmam lazım.

Perşembe, Eylül 14, 2006

BİTTİ

E, n'oldu şimdi?
Öyle kelimeleri uzata uzata, şımara şımara yazdığım eyyylülllll-taaatillll ikilisinin biri gitti, birinin neredeyse yarısı kaldı...

Hak mı ulan bu?
10 gün tatil kime yetmiş?
"Tatilden dönme" kavramını kim yaratmış?
Niye para kazanmak zorundayız?
Çalışmıyacağııııımmmmm.
Nihilist olacağıııımmmm.

Geçecek, geçecek...
Bu hep oluyor.

Cuma, Eylül 01, 2006

Eylül ve Tatil

Eyylülllll!

Sevdiğim ay.
Geç kalmış tatil.
Yağmur.
Renk.
Hırka.
Doğanın güzellik uykusu.
Seviyorum seni.
Senin bir kısmını arkamda dağlar, önümde denizle başka yerde yaşayacağım.
Taaatillllll!!!!
Eyyylüllll!
Taaatilllll!
Eyyylülllllllllll!

Pazar, Ağustos 27, 2006

YAZIYA HACET YOK..... AMA



E,ben artık daha ne diyeyim ki...
Mesela, şunları diyeyim:

Korkuyorum...
İyi ki çocuğum yok, diyorum artık.
Yeğenlerim için korkuyorum ama.
Nasıl bir hayat yaşayacaklar bundan sonra?
Daha birkaç yıl önce Irak'ta kerli ferli bir işadamıyken, çocukları ve torunlarıyla aynen şu an bizim (bizim: benim ailem) yaşadığımız gibi "normal" (??? başka bir tartışma konusu) bir hayat yaşarken, yani korkusuz, yani tok, yani mutlu, yani kaygısız.... kısa bir süre içinde yok yere (bambaşka bir tartışma konusu) darmadağın olan hayatının hikayesini dinledikten sonra, o dağ gibi adamın ağlamalarını kalbim sıkışarak izleyip, gururunu daha fazla kırmamak için bir de ben ağlamamaya çalışırken, ama başaramazken, uzun zamandır unuttuğum bir gerçeği tekrar hatırladım: Her an, herşey, herkesin başına gelebilir...
Ne yapmak lazım?
Çocukları toplayıp "bakkal amca"lı bir yere gitmek çözmez ki hiçbir şeyi... Sadece daha az hissedersin dünyadaki pis hesapları, devran döner.
İçime sinmese de bu tavır, bari kendimizi kurtaralım...
Duruma ayıkanlar zaten dolduruyor "insan" kalan her yeri yavaş yavaş.
-Kendimce- hesaplarıma göre, 11 yıl sonra büyük şehirde yaşamayacağım.
Bekle beni bakkal amca!!!

Salı, Ağustos 15, 2006

TEMBEL SERPİŞTİRMELER


1- Ekim'de burada bir haftasonu geçirmezsem bana da Koko demesinler... (Diyen kalmadı zaten...)

2- Hani bazen, çok iyi tanıdığınız -zannettiğiniz- birine söylediğiniz bir esprik ağırlıklı cümlenin, tamamen söyleme niyetimizle bir anlaşılmadığını görüp üzülürüz... Üzüldüm ben de. Ben zannettim ki "Evet.. Aynen öyleyim değil mi? Koltuğa gömüldüm mü çıkmam bir daha evden" deyip, o da gülecek. Olmadı. Gülmedi. Üstüne üstlük, beni terbiye etti. Üzüldüm. Ama farkında olmadan başka konuda terbiye etmiş beni yıllar içinde: Cevap vermedim, sustum, iyi yaptım.

3- Geçen pazar yazısında Haşmet Babaoğlu, yıllardır kimseye anlatamadığım derdime tercüman olmuş: "Deniz varken havuza girilir mi?" demiş... Ey yıllardır havuz kenarından toplamaya çalıştığım tanıdık eşrafım! Sakallı biri böyle bir fikir beyan etmiş. Artık bunun doğruluğuna inanınız, beni sinir etmeyiniz... Ha iki kişi bir küvettesiniz, ha tanımadığınız bir sürü kişi havuzdasınız. Havuz pistir, keyifsizdir, Birka çamaşır suyu kokar, havuz suyu ve güneş birleşince aydan parlak, elmadan kırmızı ve acıyan bir cildiniz olur. Akşam yemeğe indiğinizde (yemeğe inmek???) herkes size güler.
Kumlardan korkmayınız, yemezler. İki su görünce nazikçe vücudunuzdan süzülürler.
Denizde yüzmekten korkmayınız. En azından, herhangi bir kulaç eyleminiz, farketmeden kollarınızın altına kıstırdığınız bir insana malolmaz. Birbirinize çarptıktan sonra şapşal bir ifadeyle bakınıp "ay, pardon" demezsiniz. Ferahtır deniz, herkese yer vardır. Seyretmesi güzeldir, yüzmesi güzeldir, balıkları pek güzeldir... Deniz iyi birşeydir. Sağlıktır. Denizde yüzünüz, yüzdürünüz!

4- Tatile gitmeme 10 iş günü ya da 12 gün kaldı. Dipteyim, yoruldum, ihtiyacım var.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

OTUZBEŞİMİN BAHARINDAYIM

İşte geldim otuzbeşime...
Kazık kadar oldum.
Daha dün hesaplarken 2000 yılında kaç yaşımda olacağımı,
ve cevabı bulduğumda "amma da büyük olacağım" dediğimi,
Şimdi 2000 yılındaki küçüklüğüme dönmek istiyorum belki...
İstiyor muyum daha genç olmak?
Geçmişimde, yeniden yaşamak istediğim bir dönem
ya da yeniden hayata başlamak istediğim bir yaş var mı?
....
Yok mu?
Aferim bana!
Silmek istediğim hatıralar?
.....
Var mı?
Ama onlar öylece kalsın, önemli değil.

Hepimiz birgün en sevdiklerimizi kaybedeceğiz.
Ölümün bile güzeli var...

Hepimiz "acı"lar yaşayacağız.
Herkesinki kendine "acı".
Onlar da lazım, büyümek için.

Hiç tanımamış olmayı istediğim biri var mı?
.....
Yok mu?
Tanıdığım herkesin bir faydası oldu bana.
İnsan kısmının şaşırtıcılığını öğrettiler hiç değilse.
Sevdiğim herkesin de beni sevdiğinden eminim.
Boşa gitmedi hiçbir şey...
Yoksa nasıl olurdum otuzbeşimde bu kadar memnun?

Velhasıl,
Otuzbeşimin baharında,
kendimden memnunum.
Sahip olduklarımdan memnunum.
İnsan daha ne ister ki?

(Doğumgünü pastamdan bir dilim daha!!!)

Pazartesi, Ağustos 07, 2006

HESAPLAR BURADA KESİLMİYOR

Son birkaç gündür, yazılarımın sonunda oldukça eğlenceli yorumlar alıyorum.
Eğleniyorum, çünkü birinin benimle bir hesabı var.
Biri benim bir sayfam olduğunu keşfetmiş.
Biri kuduruyor, aşılı olmasına rağmen.
Biri benden rahatsız oluyor.
Birinin özgüveni dibe vurmuş.
Biri benden korkuyor, eli kolu bağlı olduğu için en cahilce şeyi yapıyor.
Hakaret ediyor.
İsimsiz...
Yemiyor, bir tarafı yemiyor.

Devam etsin.
Ben çok eğleniyorum.
O kadar eminim ki kendimden,
bu yaptıkları beni rahatsız edeceğine,
kıskanılmanın dayanılmaz tatminini yaşatıyor bana.
Sağol yaaaa, sağol!

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

İRTİFA KAZANIYORUM

Bu son yazım olabilir...
Her an buharlaşıp gökyüzüne uçabilir, çocukken bakıp bakıp birşeylere benzetmeye çalıştığım bulutlardan biri haline dönüşebilir, hava şartları elverip de gerekli yoğunluğa ulaşamazsam, yağmur olup tekrar yeryüzüne kavuşamayabilirim.

Çok sıcak ulaaaayyyyynnnn!

Cuma, Ağustos 04, 2006

ZANNEDERSEM ŞİMDİ "TAMAM"

"Dünyada en korkunç şey, bana kalırsa, bir başka adamın yüreğidir. Ne yaparsan yap, adamın yüreğinde olup biteni bilemezsin... Burada senin yanında uzanmışım ya, ne düşündüğünü bilmiyorum işte, ne zaman bildim ki zaten? Senin ardında ne biçim bir hayat var? Onu da bilmiyorum. Sen de beni bilmiyorsun tabii... Belki şu anda seni öldürmek geçiyor içimden, sen tutmuş bana çörek uzatıyorsun, ne düşündüğümü hiç bilmeden... İnsanlar kendilerini de pek tanımıyorlar......"

Ve Durgun Akardı Don
Cephede nöbet tutarken, Mişa, Beşniyok'a söylüyor.

Ben de bilemedim adamın yüreğinde olup bitenleri.
Ama engel mi, benimkileri bilmemesine?
Değilmiş...

Bir akşam, iki kararlı ve gerekli cümle söylemeye gittim yanına. Tamamen maddeyle ilgili. Cümlelerin ne olacağı bile belli değildi, anafikirden başka.
Sonra, ne olduğunu anlamadan, kendimi "Belki de seni hala seviyorum" derken buldum...
Biliyor tilki gibi... Beni konuşturmayı, benim yalan söyleyemeyeceğimi, tek kaşım ve burnum havada hallerine düşmeden sorulanlara saf saf cevap vereceğimi biliyor. "Saf saf", genellikle salaklık hali için kullanılmasına rağmen güzel Türkçe'mizde, burada tamamen anlamını buluyor. "Saf" yani... Katıksız. Direkt.
"Belki de hala seni seviyorum" dedim, evet.
İlginçtir, böyle bir duygu taşıdığımı daha önce düşünmemiştim. Gel-git'ler vardı hep.
Bir anda çıktı ağzımdan.
Pişman mıyım? Utanıyor muyum?
Asla.
Kendimi kötü hissettim mi? Gururum kırıldı mı?
Hayır.
Tersine, kendimle gurur duydum. Vedalaşıp dönerken Amerikan filmlerinin şu meşhur tatmin hareketini yapmak istedim... Hani el yumruk olmuş, tek kol başının yukarısından hızla inerken çaprazındaki bacak aynı anda hızla yukarı atılır, gövde içeri bükülür ve "yesssss!" derler!!!
İçim hafifti. Mutluydum. Sonucunu düşünmeden, cevap beklemeden, gelirse de ne olacağından korkmadan, tedbirsizce söyledim. İçimin yağları eridi...
Bunlar olup biterken o kadar rahat ve güvenliydim ki -anladıysa-, ona demek istedim ki, "Benimle gönül rahatlığıyla uyuma şansın hala var. Ha oldu, istemezsen, benim zaten gönül rahatlığıyla uyuduğum biri var. Seni hala seviyor olmam, başkasını senden daha fazla sevmeyeceğim anlamına gelmiyor. İnsan en çok, onu çok seveni sever..."
Gönül rahatlığıyla uyumak... Akşam kafanı beraberce yastığa koyduğunda, yaptıklarından dolayı huzursuz olmamak. Yanındakinin seni incitmeyeceğinden emin olmak. Seni çok sevdiğini bilmek. Karşılıklı hataları bilmek, ama asla dile getirmemek. Unutmak. Kin beslememek. Önüne bakmak.
Ne güzel!
Ne zaman biteceği belli olmayan hayatımızda, yüreğimizden geçenleri dosdoğru söylememek, bana büyük kayıp geliyor şimdi. Ömrünü "ah keşke bunu bilseydi" lerle geçirmek yerine, "bunu bildiği halde olmadı" gibi bir kesinlik, insanı ferahlatıyormuş. İşte o zaman tamamen önüne bakabiliyormuş...
Düşündüm de, daha fazla ne söyleyebilirdim, diye...
"Gel mavi gözlü bir çocuk yapalım" olur muydu?
Söyleyecek tek cevap var, başkası uygun düşmez:
"Oooohaaaaaa!!!"

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

NE TAMAMI BE, NE TAMAMI?

Tamam mamam değil.
Şimdi yorgunum.
Yarın yazarım birşeyler...

Pazar, Temmuz 09, 2006

TAMAMDIR

Artık zaman doldu...
Hazırım. Hem de gönül rahatlığıyla...
Kucak dolusu açtım kollarımı.
Mutluyum. Huzurluyum. Pişman değilim, asla da olmayacağım.

Bir de..
Bir de, zamanında yapabilecekken yapamadıklarım beni rahatsız etmeye başladı.
Onun da vakti geldi.

Sanki bana büyü yapılmış vakt-i zamanında da, onun hükmü kalmamış gibi.
Yıllaaaar yıllar önce taşıdığım, varlığını kaybetmesine zaman içinde giderek içime gömülerek seyretmekle tanık olduğum ve anlam veremeyerek hep "bana ne oldu?" diye sorduğum, kendimi tanıyamadığım zamanlarımın sona erdiğini muştulayan gücüm geri geldi sanki.
Artık korkmuyorum.
Ne kimseyi kırmaktan, ne de birilerine yaklaşmaktan.
Duvarlarım yıkıldı.
Geçen geceki havai fişek gösterileri de bunun şerefineydi.
Bundan sonrakiler de bana hep bu hayırlı yıkımı hatırlatacak...

Pazartesi, Haziran 26, 2006

EGO MEGO HAK GETİRE

Başka şeyler yazacaktım...
Bir yazdım, bir sildim. Harfler bir soldan sağa çoğaldı, bir sağdan sola azaldı... Utandım yazdıklarımdan. Sonra "yaz be" dedim. Sonra yine utandım. Sadece kendimden utandım. "Yuh be" dedim kendi kendime... "Yuh be!" Yine sildim.
Kendimle ilgili tüm 'zannettiklerim' yıkıldı çünkü. Hayatın gerçekleri şakkk diye yazı halinde gözümün önüne geldi. Rahatsız oldum. Egom hasar gördü. Sarsılmaz dik duruşum (artık şüpheliyim),sonsuz mağrurluğum (çok şüpheliyim) yerle bir oldu. Belki de yıkılması gerekiyordu.
Sıradan bir insanım ben de... Öyle zannettiğim gibi değilim. Ya da olması gerektiği gibi...
Her zaman "vay be, bunun da üstesinden geldi" dediler bana, her ne yaşadımsa hayatım boyunca... O yüzden kimse bana sormadı "bir sıkıntın var mı?" diye... Sordurmadım ki, onların ne suçu var? Eeee, ne geçti elime? Cevap: .........(küfür barındıran bir kısım kelimeler)
Bu duyguyu hisseden yüzlerce binlerce insandan biriyim işte, bu kadar basit.
İnsanoğlunun tüm acizliklerini ben de taşıyorum.
Belki de kendimi kandırıyordum. Belki de artık, böyle yaşamanın bana yarar sağlamadığını anladım. Belki de bunları yazan sefil parmaklarım bile anladı, aptallıktan geberecek kıvama gelmiş ben-lik-im anlamadı...


Ne öğrenmişiz bir kez daha? Büyük konuşmamayı...
Efendim? Büyük konuşmamayı...

Sen misin, "mümkün değil" diyen?
İyi de... Ömür geçiyor.

Cumartesi, Haziran 17, 2006

GÜN OLAAA HARMAN OLAAAA

Evin Sultan'ına söz vermiş bulunmuştum vakt-i zamanında. Bugün büyük temizlik yapılacak(mış)(tı) evde. Unutmuşum, memnunmuşum, hatırlatıvermiş sabah sabah... Gerinirken... Gazetelere dalmışken... Spor üstü sauna planları yaparken... Sonra bir akşamüstü kahvesi kırda bayırda...
Sindrella'nın üvey annesi gibiydi vallahi, canımı çıkardı.
Hiçbir yere çıkamadım. Çakıldım kaldım evde. (Şu zaman itibariyle, tertemiz evde) Şu an tek istediğim şey, beni hamur gibi yoğuracak, cıbıldak ayaklarını sırtımı çiğneye çiğneye gezdirecek biri... Ne kadar kıroyum be! İnsan "Uzak Doğu masajı istiyorum" gibi birşeyler söyler... Sıpa mıpa'dan bahseder...

E, büyük kavgalar da çıktı tabi.
Efendim ben, yapı itibariyle hayatta, evde, gardropta, çekmecede, kafada fazlalığa tahammülü olmayan biriyim.
Genel prosedür şöyle işler, bana kalırsa:
1.Son bir yıldır kullanılmayan herşey, önce ihtiyacı olana verilmeli, kalanlar çöpe gitmelidir.
2.Yenisi alınan herşey önce ihtiyacı olana verilmeli, kalanlar çöpe gitmelidir.

Evin çeşitli yerlerinde çeşitli kutular, vazolar var mesela... Kutuların hepsinin içinde tedavülden çıkmış bozuk paralar, neye ait olduğu bilinmeyen düğmeler, boncuklar, çiviler, paket lastikleri, varlığını unuttuğumuz tokalar... Her bir kutuda ayrı ayrı hem de... Şimdi ben diyorum ki "onları (kutuları da) atalım", Sultan diyor "Olmaz, gün gelir lazım olur"...

Büfenin üzerinde, iki yıl önce alınmış bir tütsülük var... Sultan tütsü yakılınca öksürüyor diye, iki yıldır kullanılmıyor, iki yıldır orada yer işgal ediyor... Bir de şekilsiz ki. Ne yaptım? Gizlice çöpe attım. Bakalım ne zaman farkına varacak? Bence hiçbir zaman.

Yeni tencere takımları alınmış, ama eskileri de onlarla beraber üst üste, kat kat duruyor dolapta. Birini almak için, onun üzerinde konuşlandırılmış diğer dördünü çıkarmak zorundasınız önce. Her seferinde tahammül ötesi tencere gürültüsü, tangır tungur kapaklar yerde. Mesela tenceresi ortadan kaybolmuş, ama anlamsız ve hiçbir tencereye uymayan kapaklar var. Sapı kopmuş cezve, bir tencere kapağının siyah tutacağı... Onlar da duruyor. Birgün lazım olur...

Bizimkisi bir de haftalarca uğraşıp emek verip, ahşap boyama sehpa takımı yaptı. Bir güzel, bir zarif... El emeği. Muhteşem! Eski sehpa takımları n'oldu? Onlar da duruyor... Misafir gelirse kullanılırmış. Birşey ikram edildiğinde onları önlerine koymak rahat oluyormuş... Misafir için yaşıyoruz zaten.

Camların önündeki mermerlerde kinder sürpriz oyuncakları dizili. Gelen misafirlerin çocukları oynarmış...

Şu Sultan bir tatile gitsin, o zaman görecek "büyük temizlik" nasıl olurmuş. Öyle büyük şeyleri ya da çok göz önünde olanları atamıyorum. Mimlendim çünkü. Anneannemden kalan süslü sabunu (sabunluk değil, sadece sabun) atmıştım, mimlendim... Çöpleri kontrol ediyor ben temizliğe giriştiğimde.

Niye böyle oldu bu bizimkisi bilmem ki... Savaş çocuğu sanki. Herşeyi saklıyor. Bu böyle değildi. Yaşlandıkça garipleşti. Yokluk korkusu sardı. Güzel annem, sen hayatında yokluk gördün mü hiç? Allah bundan sonra da göstermesin... Ama bırak, evin çıfıtçı çarşısına dönmesin be güzelim! Her köşeden bir aksesuvar zırtlamasın gözümüzün önüne. Orta masana koyduğun çıfıtlardan sıkılıp yenisini aldığında, diğerleri de onlarla birlikte durmasın orada... At onları, kurtul kalabalıktan! Başkasına "yeni" olur o... Orada o ikisi olmaz. Yorar seni... Bakarken gözlerini, toz alırken kollarını.

Hayat gibi...
Temizlik lazım, zaman zaman da "büyük temizlik".
Son 1 yıldır sana zarardan başka hiçbir şey vermeyen arkadaşlıklar bitmeli...
Yeni bir aşk istediğinde, eskisini incitmeden göndermeli, başkasına "yeni" olsun diye... İkisi bir arada olmaz. Yorar.
Niye gönderilmesin ki? Gün gelir lazım mı olur?

Cuma, Haziran 16, 2006

SESSİZ TELEFON TRAVMASI

Bak şimdi yine sinirliyim...

Sessiz telefonlara -tabii ki özel numara- illlllett oluyorum.
Bütün günümün içine etti tam anlamıyla. Söylesene ulan, her kimsen? Eskiden olsa psikopat bir kadından şüphelenirdim. Ama o da huzura erdiğine göre (huzurdan ne anladığına bağlı. O huzurluysa, ben Mevlana'yla pişti oynuyorum.), kim bu? Kim kim kim... Telefonu kapatsam bir türlü, sessize alsam bir türlü, açsam bir türlü.
N'oluyor şimdi? Ne anlıyorsun eblek eblek tüm akşamını, konuşmayacağın birinin "efendim"ini defalarca duymaya harcayarak? Buyur, eve geldim, kapattım telefonu. Ne halin varsa gör. Parmaklarına kramp girer, gözlerin şaşı kalır, ömrün boyu sesin çıkamaz inşallah!
Bu sessiz telefonların sesini duyurmaktan aciz sahipleri ne demek istiyor sessizce? "Ben buradayım." "Ne yaptığını merak ediyorum." "Ben mutsuzum, bari rahatsız edeyim de en azından tadın/ız kaçsın." Başarıyor da şerefsizler...
Bir dönem, ben evimin kadınıyken!! ve evimin direğiyle!! mutlu mutlu!! yaşarken, eve sürekli sessiz telefonlar geliyordu. Her gün... Her akşam... Denli densiz zamanlarda.
O kadar sinir bozucu birşey ki bu, yaşamayan anlamaz. Yaşamayan, benim bu sessiz telefon paniğime anlam veremez. Bu benim için, tekrar yaşamak istemediğim zamanların, hatırlamak istemediğim mutsuzlukların, etrafımda dönen pislik oyunların, sahtekarlığın başlangıç düdüğü. Sanki bu sessiz telefonların defalarcasının ardından, bir gece sessiz telefon sese gelecek ve bana şunları diyecek:
"Senin kocan bana asılıyoduuuuu....
Altı yıldır ilişkimiz vaaaar.....
Salaaaaksın kızım sennn.....
Ben evinize girdiiiim...
Ben yatağınıza girdiiiim....
Seni sevmiyoooo...
Peşimi bırakmıyoooo...."

Evet, evet... Ben bir gece bunları duydum.

Türkçe meali:
Ben zor durumdayım.
Kocan senden ayrılmıyor, ayrıca salağın da teki.
İş bana düştü.
Ne yaptımsa olmadı, salak kocan sana birşey söyleyemedi.
Sonunda şarkülüm kaydı, ayarlarım bozuldu.
Ayrıca çirkefim, aynı zamanda onursuz ve arsız...
Şu bombayı bir patlatayım da, salak kocan nasıl olsa maymun gibi beni affeder.


Koko meali:
Bunlara ne gerek vardı gerzekler?
Söyleseydi, yıllarca acı çekmezdiniz büyük aşkınız için.
Söylerdi, biterdi.
Şimdi olduğu gibi.
Ama ben, şimdi olduğu gibi bittiğinde, aynı ben olmazdım.
Ne gerek vardı beni yaralamaya?
Ne gerek vardı üzerime oyunlar oynamaya?
Söylerdi, biterdi.
Ben yoluma devam ederdim, şimdi olduğu gibi.
Mutluluğu -şimdi değil de- yıllar önce yakalardım.
Ne gerek vardı zamanımı yiyip bitirmenize?
Söylerdi, biterdi, anlardım.
Anlamayacak insan mıydım?
"İlişkilerde zorla sevgi olmaz, ölümüne dürüstlük olur" diyen kimdi defalarca?
Hayatım boyunca kimsenin sevgisine, varlığına muhtaç olmadım.
Ne zannettiniz kendinizi?
Adam gibi söylerdi, anlardım, biterdi.
Adam gibi söylenmedi, adam gibi bitirdim.
Alnımda "Gerizekalı bir erkek kullanılarak, kadınsal egolar tatmin edilir, bedava" mı yazıyor?
Ne gerek vardı hala aklımdan çıkamayan bu kefaşe cümleleri duymama?
Ne gerek vardı, bana hayatımın her sessiz telefonunda travma yaşatmaya?

Psikolog meali:
Hayatın içinde herşey var.
İnsanların mayasında iyilik kadar kötülük de var. Kiminde az, kiminde çok...
İlişkide bulunduğun insanları kendin gibi bilirsen, büyük hayal kırıklıkları ve travmalar yaşarsın.
İnsanlardan herşeyi bekle...
Ama hayatını bu şüpheyle yönlendirme.
Öyle bir dimdik dur ki, kendini manevi anlamda öyle bir donat ki, başına ne gelirse gelsin kopan onca fırtınadan sonra ortalık durulduğunda arda kalan tek şey, özgüvenin olsun.
Özgüven beraberinde neyi getirir?
Özeleştiriyi... Kendini tanımayı... İnsan cinsini fazla sallamamayı... Hayata bağlanmayı... Değerinin farkına varmayı... Fırtınanın yıkımlarını zamanla unutmayı. Anahtar kelime neymiş?
Zamanla unutmak...

Zaman geçiyor, ben unutuyorum.
Sessiz telefonları "bir hayranım" diye şımarıklıkla karşılayacağım zamanlar çok yakın.
Hissediyorum.

Çarşamba, Haziran 14, 2006

KIVRANIYORUM

Sigara mı, göbek mi?
Sigara mı, koca popo mu?
Sigara mı, tombul kollar mı?
Sigara mı, yemek mi?

Sigara mı daha zararlı vücuda, fazla kilo mu?
Sigara mı daha zararlı bünyeye, sigara içmemenin yarattığı -bendeki- abartılı asabiyet mi?
Etrafımıza sigara içerken mi daha çok zarar veriyoruz, sigara içmediğimiz için sinirli olduğumuzda mı?

Bu akşam da içmeyim, peki.
Ben yürüyüşe gidiyorum.
Hayır, bir sigara alıp geleceğim.
Hayır, sadece yürüyüp geleceğim. Yerde yarılanmış bir izmarit bulurum belki!

Salı, Haziran 13, 2006

İĞĞĞRENCİM!

Ankamall'daydım bu akşam. Mecburen. Ricaen.
Genişşşşş... Derinnn....Nereye yürüyeceğimi şaşırıyorum. Sürekli yanımdakini kolaçan ediyorum. Neredeyse iple kendimi bağlayacağım ona. Benim kaybolma hikayelerim meşhurdur... Bir kaybolursam, tamam. Cep telefonuyla arasam, bulunduğum yeri tarif edebileceğimden şüpheliyim. İşin yoksa otoparkın girişine yürü... En kesin yer. Orada ondan bir tane daha yok! O yüzlerce metrekarelik alanın varlığı içimi daraltarak tezat oluşturuyor. Bir sürü şaşkın insan oradan oraya koşuşturup duruyor... Eller kollar poşet dolu.Durmadan tüketiyorlar. Bir yandan da, birbirlerine bakıyorlar. Zaman zaman, ellerinde en fazla poşet taşıyanların en havalı kırıtmalarına tanık olunuyor. Yemek için ayrılan kata daha bir güvenle yürüyerek arz-ı endam ediyorlar. Topukları şu marşa tempo tutuyor: en-çok-pa-ra-yı-ben-bas-tım! Yedikleri yemekten nasıl keyif aldıkları anlaşılmıyor. O uğultuda nasıl yemek yenir ki? Yemek sadece karın doyurmak için mi yenir hayvanlar gibi? Huzurla oturulur masaya. Sohbet edilir. Damak keyiflendirilir. Öyle olmaz ki! Her yer insan gürültüsü... Uğultu, uğultu. Bir de gezmeye gelenler var. Bu kadar salaklık olur mu be! Dışarıda püfür püfür hava varken gezmek için oraya mı gelinir? Mel mel vitrinlere bakınıyorlar. Tööbe töööbeee...

Soru: Yukarıda anlatılan insan tipolojisi aşağıdakilerden hangisini tüketmektedir?
a)Parayı
b)Zamanı
c)İçlerini
d)Birbirlerini
e)Hepsi

Soru: Aynı insan tipolojisi aşağıdakilerden hangisini kaçırmaktadır?
a)Sokaktaki hayatı
b)Özgün olabilmeyi
c)Yaşam keyfini
d)Kendisi gibi hayatı, tüketmeyen insanları
e)Hepsi

Böyle şeylere niye takıyorum, onu da bilmiyorum. Bana ne ki? Üzerime vazife sanki. Hem benim orada ne işim vardı ki? Bilmiyor muyum ki, oralardan her dönüşümde başım ağrıyor, üzerime ağırlık çöküyor?
Gülesim geldi kendime. Şey gibi hissettim: Hani lüks bir restoranın bahçesinde yemek yiyen insanları dışarıdan seyrederek iç geçiren az paralı bir grup vardır: "Buralar bize göre değil la! Zenginler için..." diyen... Hani zenginlere için için kızan... Daha da abartıp zenginlerin arabalarını filan çizen...
Çok şükür, hiçbir zaman hiçbir şeyde aklım kalmadı...Benim -yine üzerime ne vazifeyse- derdim o değil ki... Bu şuursuzluk midemi bulandırıyor.

Bana ne ki?
Ben yine güzel yerlerde yemek yemeğe devam edeceğim, ama orası yemekleri iyi olduğu için "güzel" olacak veya bahçesi huzur verdiği için "güzel" olacak veya garsonu sevimli olduğu için "güzel" olacak veya beraberimdekiler keyif verdiği için "güzel" olacak veya kokoreçin baharatlarını tam kıvamında koyduğu için "güzel" olacak veya çikolatalı sufleyi nutella tadında, yumurta kokmayan bir pofudak yapabildiği için "güzel" olacak.

Ben yine alış veriş yapmaya devam edeceğim, ama -mesela- Tunalı'da keyifle vitrinlere baka baka... Pazarlık yapa yapa... Tezgahtarlarla konuşa konuşa... Askıdakilere bakarken peşimden ayrılmayıp "yardımcı olabilir miyim" diyen cinslerine "tek başıma bakmak istiyorum, beğendiğim birşey olursa yardım isterim" diye diye...Ellerim yine poşetlerle dolu olacak, ama molayı Kuğulu Park'ta vereceğim, insanları seyrederek, simit yiyerek. Belki de süt mısır... Belki de eteğimi pazardan, ceketimi Beymen'den, kotumu exporttan alacağım, yeter ki BENİM içime sinsin. Tokalarımı işyerimin oradaki köprünün altında tezgah açan amcadan seçeceğim, kolyelerimi Beypazarı'ndan...
Acaba benim bu durumum da onların midesini bulandırıyor mudur?
İğğğrençsiiiin! İşportacıdan toka ha?

BIRAKINIZ SADECE YAZAYIM

Köpek oğlumun resmini koymam istenmiş...
Koyamam, kusura bakmasın, beni de anlasın.
Şurada rahat rahat yazınıp çizinirken birileri yazdıklarımla oğlumun resmini hemen bağdaştırıp, CIA görevlisi edasıyla sakladığım kimliğimi öğrenecek gibi geliyor... Öyle olmasa ona "köpek oğlum" der miydim mesela? Adı var onun adı!
E, kim olduğum ortaya çıkınca ne olacak? Gereksizin biri, diğer bir gereksize diyecek ki, "şu bizimkinin bloğu var, aç oku" o da başka gereksizlere söyleyecek... Derkeeeen, benim bütün tadım kaçacak... Yazamayacağım hiçbir şey... Kontrollü olacağım. Yazdıklarım birinin kalbini kırar mı diye düşüneceğim. Utandığım duygularımı yazamayacağım. Yüksek sesle kendime bile söylemeye çekindiklerim olmayacak burada.
Boşver, olmasın burada oğlumun resmi... Onu çok sevdiğim ve hayatımın vazgeçilmezlerinden olduğu bilinsin. Okuyan da farzetsin ki, hiç tanımadığı birinin konuşmalarını yan odadan dinliyor, o kadar... Bu kadarı rahatsız etmez beni. Kendimi kimseye anlatmıyorum burada... Öyle bir derdim yok. Hayatımı ifşa etmek olsaydı derdim, fotoğrafların onlarca düzinesi olurdu burada. Belki de yalanların onlarcası... "Lay lay looom! Bakınız ne kadar mutluyum. Bakınız ne güzel bir köpeğim var. Bakınız ne çok arkadaşım var. Bakınız ne kadar eğleniyorum. Bakınız ve çatlayınız..."
Bu platformu egosunu tatmin etmek için kullanan o kadar çok hayalperest depresif var ki...
Bırakınız, ben yazayım, okumak isteyen okusun... O kadar.

Pazartesi, Haziran 12, 2006

PİS PİSİ OTU

Yorgunum.
20 kiloluk köpek oğlumu kucağımda 5 kat yukarı çıkardım. Uyuşturucu yapıldı. Normal köpeklere verilenin 3 katı zerkedildi damara, anca uyuştu bizim dana. Gördüğüm en komik köpekti. Gözler şaşı, dil dışarıda aşağıya iki metre sarkmış, bacaklar yeni doğmuş kuzu gibi kenardan kenardan kayıyor, titriyor. Canım benim. Üzüldüm de çok...
Şu pisi otunun bu kadar problem yaratacağını düşünmezdim... Kulakta nasıl ilerlemiş öyle. Az kalsın tek kulağı duymayacakmış. Zarı milimle sıyırmış. Bir pisi otu kepazesi de ayak tabanından girmiş, yukarı doğru yürümeye başlamış... Hazır bayılmışken onu da kurtardı kahraman veterinerimiz...
Şu an hiç hali yok yürümeye ama, evin içinde yine de ben nereye gitsem pıt pıt peşimden gelmeye çalışıyor titreye titreye... İnsan bunu sevmez de ne yapar? Ağlayacağım neredeyse şu haline. (Belki de ağlamışımdır...)
Sahi, -çok şükür- uzun zamandır ağlamıyorum. Ben deyim 1 yıl, onlar desin daha da fazla... Şöyle hönkür hıçkırık... Bağıra bağıra... Böğüre böğüre...
Aman ağlamayayım... Kimse ağlatmasın artık.
Onun yerine yeni stil gülme sesleri gelişti bende... Gevrek, morartan, nefes aldırmayan, kesik, gürültülü, ardından "hiiiii" dediğim...
Hep güleyim.
Hep gülmek isteyim.
Etrafımda hep yüzümü güldürenler olsun.

Pazar, Haziran 04, 2006

HAZİRAN GİRİZGAHI

Haziran 1/
Sıcak
Yapış yapış
Güne akşam 8'de başlamak istiyorum.

Haziran 2/
Yarın benim için çok önemli.
Hayatımın konuşmasını yapacağım.

Haziran 3/
Şımarıklık yaptım.
Kendime bir sürü güzel kokulu banyo malzemesi aldım. Zaaf... Tutamıyorum kendimi.
Bir de zilli bir elbise... Bir de ayakkabı... Bir de çanta...Yarın bana şans getirecekler.

Haziran 4/
Hala hesap kitap bilmiyorum.. Bazen işe yarıyor. Bugün, gelen ekstreleri bir zahmet ve de nihayet incelediğimde, son dört aydır kredi kartıma borcum olmadığı halde ödeme yaptığımı farkettim. Bu salaklığımı, kendime birşeyler alarak cezalandırdım. Oh olsun! Bir daha yapmam artık!!!

Haziran 5/
Köpek oğlumu çok özledim. İki gündür görmüyorum. Evin kapısını çaldığımda ya da anahtarla girerken, kapı açıldığında sanki fik fik kuyruğuyla üzerime atlayıp sevincinden oramı buramı çekiştirmeye başlayacak gibi geliyor. Evden 10 dakika bile ayrılsam, eve her girişimde aynı tören yaşanıyor...
Aslında hayatımda çok şey değişti. Büyük kayıplar yaşadım, kimi yorumlara göre. Ama benim için başedemediğim, yerine başka şey koyamadığım tek kayıp, köpek oğlum. Onun yeri bambaşka. Her şeyden ötede. Aramızda aşk var. Bunu kimsenin anlaması mümkün değil.
Neden üzerine titrediğim, emek verdiğim her şey benden uzakta kalıyor?
N'olur Allah'ım, n'olur! Köpek oğlum, ben ve bir ev...

Haziran 6/
Sakarlığım boyut değiştirip, "büyük talihsizlik"le evlendi. Bugün tam 4 kere dizimin aynı yerini aynı yere vurdum. Bununla da kalmadı, kapşonlu tişörtümün yakasındaki hani şu kapşonu sıkıştırmak için geçirilmiş, kalın ve ucuna ip kaçmasın diye plastikimsi klipsler geçirilmiş aptal sicimin sol yakadan sarkanını, ayakkabılarımı bağlarken eğildiğimde sündürerek parmaklarımın arasına sıkıştırmışım ve ellerimle işim bittiğinde hızla parmaklarımdan kurtulup sol gözüme çaktı. Gözüm hala kıpkırmızı ve halen sulanıyor... Hayır, hayır... Sakarlık değil, salaklık hiç değil... Kötü şans.

Haziran 7/
Bugün neredeyse 20 yıl sonra ilk kez basketbol oynadım. Yok yok... Yaşlanmışım. Ama çok zevkliydi. Neyse ki -yine- işi şımarıklıkla kurtardım. Hem benim basketlerim 2 puan sayıldı, hem de gerekli durumlarda kucaklanarak potaya yaklaştırıldım. Şu an ciddi ciddi kıçım ağrısa da, önümüzdeki günlerde oynamaya devam edeceğim.

Haziran 7/
İçim ferah, kalbim huzurlu. Mutluyum genel olarak.

Çarşamba, Mayıs 31, 2006

MAYIS ÖZETİ

Mayıs, eskiden en sevdiğim aydı.
Çünkü "Mayıs", "Mayıs" gibiydi.
Canlı, güzel kokan, ılık...

Şimdi Mayıs'ı anlayamıyorum. Yaz sıcağı gündüz boyu... Tüm enerjimi alıyor. Bir sevimsiz, bir sevimsiz.
Akşamları dışarıda olduğumda, bahçeye alınan servisler, güneş batınca içeri taşınıyor. Arkalarından da donarak bizler...
Havaya dil uzatılmazmış. Sarıkız arkadaşım öyle söyledi. Onu seviyorum.
İyi be Sarıkız...
Bu Mayıs da güzel.
Belki ben göremiyorum bunu.
Elveda Mayıs 2006.
Seneye daha güzel karşıla beni, ya da ben daha iyi anlayayım seni.

Bu Mayıs'tan aklımda kalanlar:
-Sigarayı bırakma çabam
-Spor salonu ve artık koşarken tıkanmamam
-Sigara içmediğim zamanlar ağzıma doldurduğum paket paket tatlandırıcılı sakızın midemde yarattığı deprem
-Hala hayatımda kimseyi istememem
-Hayatında olmamı isteyenleri kırmaktan keyif almam ama kırılmamalarına şaşırmam
-Hergün, kendi evim olması için dua etmem. Sadece köpek oğlum ve ben...
-"İyi ki böyle bir annem var" demeden uyumamam.
-Yemek yapmayı unutmaktan korkup mutfağa girişmem.
-Son hafta başlayan aşırı halsizliğimin ciddi birşey olmaması için dua etmem

Pazar, Mayıs 21, 2006

KIZDIM

Ben adam olmam!
Çünküm:
1. İnsanları kendim gibi zannediyorum haaaaaalaaaaaa!!!
2. İnsanları kendim gibi zannedip, "kendime" gibi ilgileniyorum haaaalaaaa!
3. Sevdiklerimi kendi yarattığım yalancı bir dünyada yalancı bir yere koyuyorum haaaalaaaa!
4. Sevdiklerim beni üzüyor haaaaalaaaa!
5. Beni üzenleri çok seviyorum haaaaalaaaa!
6. Beni en çok üzeni çok özlüyorum haaaaalaaaa!
7. Aptalım haaaalaaa!
8. Kendimden memnunum haaaalaaaa!

Çarşamba, Mayıs 17, 2006

CUMHURİYETİME SALDIRIYORLAR



Bu fotoğraf 58 yıl önce çekilmiş.
Çok kızgınım...
Atatürk'ü mahallelerinden geçerken -cenazesi bile olsa- görebilmek için birbirini ezen koca bir insan yığını.
Şimdi neredeler?
Kendime de kızgınım.
"Karanlığa küfredeceğine, kalk da bir mum yak." ...vakit geçmeden.

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

BİRAZ FANATİKİM...




ÖNÜMÜZDEKİ BİRKAÇ GÜN SAYFALAR BÖYLE DOLAR HERHALDE.
DAYANAMIYORUM.
ÇOK MUTLUYUM.
ŞİŞİYORUM.
BUGÜN ELİMDEN KAPILAN BAYRAĞIMIN YERİNE YENİSİNİ ALACAKTIM, VAKTİM OLMADI.
PENCEREDE GS TİŞÖRTÜM ASILI!!!

Pazar, Mayıs 14, 2006

İYİ Kİ ANNEMSİN


Canım annem,
İyi ki beni SEN doğurdun.

"Doğ-büyü-oku-işe gir-evlen-çocuk doğur-emekli ol-torun sev-öl" düzleminde hareket edilen, ne istediğini bile düşünmeden bu düzleme dahil olan, önceden programlanmış hayatlar sayesinde şu dünyaya gelen o kadar çok insan var ki...
Kimse ailesini seçemiyor.
Kimse annesini seçemiyor.
Ne olursan ol, yine de çok severdim seni. Anneler sevilmez mi?
Ama insanın annesini hem çok sevmesi, hem de onunla gurur duyması bambaşka birşey.
Hayatım boyunca, varlığın bana hep güven verdi.
Hayatım boyunca, yüreğimde ufacık bir yara bile açmadın.
Hayatımda bir kere bile senin yüzünden mutsuz olmadım.
Bir çocuk ne isterse, onu verdiniz babamla birlikte...
Herşeyden önce, birbirinizi çok sevdiniz.
Bir çocuk için bundan öte mutluluk mu var?
Beni dünyaya getirdiniz, hakkını da verdiniz.
Üremediniz.
İnsan yetiştirdiniz...
İyi ki babamla evlendin!!!
İyi ki annemsin!!!

MES'UDUM,
MES'UDUM,
MES'UDUM...
PEK MES'UDUM!!!

Cuma, Mayıs 12, 2006

KENDİME KIYAK: 5 en iyi ŞİİR

1-Hayat görüşüm:
KAHVE
bir acı kahvenin 40 yıl hatrı varsa,
bir fincan neskafe
kaç yaprak işgal eder anılarda
kaç dijital aşk eşdeğer
mecnun aşkına?
sonar yemiş balık
daha mı uzun muhakeme eder hayatı?
yoksa oltadaki istavrit mi
daha çok özler iyotlu yalnızlığını?
İbrahim ÖZÇELİK

2-Kalbim
SUSARAK
Güneş altında söylenmedik söz yokmuş ..
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi ..
Ne gece ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz ..
Ben de söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde ..
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Ben de susuyorum sevgimi saklayıp içimde ....
Duyuyorsun değil mi suskunluğumu nasıl haykırıyor ...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim ...
Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde .....
Aziz Nesin

3-Ruh Halim
BÜYÜK CAN DEDİ Kİ
Kovalamayın beni yatağa
Hiç uykum yok
Daha lafınıza karışacağım
Ortalığı dağıtacağım
Televizyonu kapatacağım
Ayçiçeği resmi yapacağım daha
Başparmağıma şiir okuyacağım
Islık çalacağım
Daha çok işim var
Gecenizi karartacağım
Kütahya vazonuzu kıracağım
Vakitsiz yatırmayın beni
Daha çok erken
Can Yücel

4-Biri beni böyle sevsin...
BEN SENDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM
Ben senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun, şeffaf, beyaz camdan olsun ki
içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun
vazgeçtim toprak olmaktan, vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sen de ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin yahut vefasız bir torun bizi ordan atana kadar...
Ama biz o zamana kadar o kadar karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak :
biri sen biri de ben.
Ben daha ölümü düşünmüyorum.
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama ,çok, pek çok, ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey : belki diyor.
Nazım Hikmet

5-Kızdıklarıma
NİCELERİ GELDİ
Niceleri geldi neler istediler
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenlerde hep senin gibiydiler
Bu dünya kimseye kalmaz bilesin
Er geç kuyusunu kazar herkesin
Tut ki , Nuh kadar yaşadın zor bela
Sonunda yok olacak sen değil misin ?
Ömer Hayyam

ARTIK KÖTÜYÜM BÖYLE BİLİNE

Yorgunum.
Uyuzum.
Dipteyim.
Hani derler ya "İyidir, ama tersi çok fenadır." diye?
Çok tersim, çok fenayım.
Bugün işte azarlamadığım kimse kalmadı.
Deliler deliyi görünce sopasını sakladı. İyi oldu.
Artık sabahları kimse odasında hıyar-domates tabağı yapıp tost yiyemez herhalde...
Çay ocağındakiler de benim çayı artık şekersiz içtiğimi öğrenmişlerdir... Bardağın içindeki aptal kaşığı çıkarıp masada alakasız yerlere koymaktan bıktım.
Yakında kimse benden sigara da isteyemeyecek... Çünkü içmeyeceğim. (Sevdiğim arkadaşlarım için içmesem de paket taşırım, ayrı)
Artık herkes kendi ağrı kesicisini kendi getirsin. Eczane miyiz be? Yıllardır tek bir ağrı kesici bile kullanmadım -çok şükür- ama boyuna evden ağrı kesici taşıyıp duruyorum...
Bitki çayı çeşitlerimi de kimseye göstermeyeceğim. Aktar mıyız be? Gidin alın. Dr. Ender Saraç destekli çeşit çeşit bitki çayları var marketlerde...
Aylardır içimden küfür ederek dışımdan ise gülümseyerek konuştuğum o geçimsiz huysuz gıcık kadına da haddini bildirdim... Hem de hiç küfür etmeden, ters konuşmadan. Odamdan çıkarken, bana verdiği zahmetler için onlarca kere teşekkür etti, bana Sicilya şarabı getireceğine söz verdi, (hem gıcık, hem de Sicilya'ya gidebiliyor... Hak mı ulan bu?) bir de iltifat etti!!! Bir kadında asalet eller ve gözlerden belli olurmuşşşşş. Yaş yetmişe gelse bile kadında bozulmayan yegane uzuvlarmışşşşşş. Çok şanslıymışım... "Beyim" de çok şanslıymışşşşş.
Sana ne be? Sana ne? El benim, bey benim... Allallaaaaa!!! Aylardır aklın nerdeydi? Getir de şarap içelim be kadın! Çok konuşma!
Haftalardır bir zıttırık pps sunumunu hazırlamayı beceremeyen çok bilmiş-az iş görmüş aptala da haddini bildirdim. Bir de "üniversite sınavında 'kaydırdığı' için doktor olamadığını söyleyecek kadar gerzek olduğunu da yüzüne vurarak hem de... Olur mu be öyle? Sen aptalsın da biz de mi öyleyiz? Zekanın söylenilen yalanla ilintili ölçülebildiğini çoook önce öğrendim ben... Doktor olamadın yaaaaa, oh yaaaa! Sen doktor değilsin ...sin ...sin ....sin!!!!! Onlar akıllı, sen aptalsın ...sın ...sın ...sın!
Eminim işyerinde herkes bana, demincek ifşa ettiğim "İyidir ama tersi çok fenadır"cümlesini kuruyordur... Belki "iyidir" kısmını kullanmadan hem de.
Bana ne? İyi olmak isteyen mi var? İyi olduk da n'oldu?
Herkes beni kötü bilsin. Bööööö!
Yıkılın karşımdan rezil hamam böcekleri!

Yarın saunada otuzsekiz seans yapıp içimdeki zehiri eritebilir miyim?
Keşke öyle olsa. Sıkıntılar tere karışıp bizi terketse...
Dur bakayım, yarın bir deneyim.
Bu son yazım olabilir. (Otuzsekiz seans???)

Çarşamba, Mayıs 10, 2006

PORTAKALLI ÇİKOLATA

Portakal likörlü bir kutu çikolata,
Koca bir fincan şekersiz, iyi kahve...

Yarım saatin içinde bittiler. Çok üzgünüm. Yine istiyorum. Çok güzeller.

Bütün günden aklımda kalan tek şey bu.
Bir de, hayatımda ilk kez (hoşlaşma babında) güzel bir kutuda çikolata hediyesi aldım... Hediye karşı tarafın amacına ulaşmadı. Aslında, vakt-i zamanında sıradan bir şekilde söylediğim "portakallı çikolataya ruhumu satarım" cümlesinin böylesine önemsenmesi şımartıcı bir incelik... Ne yalan söyleyim, başka birinden almayı tercih ederdim. Kalpsiz mi oldum ne? Ya da bunların hepsi aynı olduğu için böyle şeylerden etkilenmez oldum... "Kötü" kızlar, böyle "kötü" oluyor galiba... Bir dahaki sefere "Hayatta en istediğim şey sevgilimle Roma'ya gitmek" desem, karşımdakinin zekasını fazla mı küçümsemiş olurum???

Sonuç:
Sevdiğinden almadıkça hiçbir hediye anlamlı değil...
Sevdiğinle gitmedikçe hiçbir yer özel değil...

Karar:
Aşık olana kadar kimseye vakit ayırmayacağım.

Alakasız Not:
"Gazap Üzümleri"ni bitirdim. İlk sayfasında "Nisan 1966" tarihli babamın imzası var...
1. Tam da babamı çok özlediğim bir zamanda bu kitabı okumak... Onun çevirdiği sayfaları yıllar sonra çevirmek... İstediğim tam da buydu. Babamla birşeyler paylaşmak.
2. Kitabın içine girip, sevdiğim herkesle (yeğenler, anne, abla, enişte, köpek oğlum, iki arkadaşım ve aileleri, bir de sevdiğim) orada, o zamanda yaşamak istedim.
3. Orada, o zamanda olmasa da, bu istediğim hayal değil... Cesaret... Bende var da, yanımda götüreceklerim benimle aynı fikirde değil. Satsak neyimiz varsa, gitsek şöyle sakin bir yere, yirmi odalı bir evimiz olsa, evin yüz katı bahçemiz olsa... Üç günlük dünya be! Öleceğimizi bile bile pislik bir koşturmanın içinde ömür tüketiyoruz...
4. Ben gidiyorum... Beni seven arkamdan gelsin.

Pazar, Mayıs 07, 2006

PARDON? NE TEŞEKKÜRÜ?

Ne güzel başlamıştı bugün ve ne güzel bitecekti...
Güzel mi güzel bir Pazar kahvaltısı: İnce kıyım maydanoz ve küçük doğranmış bahçe domatesi (kabuklarını soymak lazım) az tuz ve sirke, kekik, zeytinyağı, bol limonla koca bir kaseye doldurulur... Kaşıklanarak yenmesi tavsiye olunur. Kırmızı ve yeşil biberler çıtır çıtır közlenir... En sevdiğim peynir dilim dilim kesilir... Yanına ipince kesilip kızartılmış ekmekler, Rize'den gelme (sevgili arkadaşım sağolsun) gerçek Rize çayı kıpkırmızı demlenir... Karşıya arkadaş oturtulur... Gazeteler açıp, mümkünse en az ciddi haberler okunup, birbirine manşetler söylenerek yorucu olmayan, hayattan, basit bir sohbet başlatılır... Ebru Çapa, yüksek sesle okunur, yine sevilir... Ayşe Arman'a daha röportajının yer aldığı sayfada, fotoğrafındaki gıcık ve her hali teşhir kokan (sadece memeler değil, neredeyse biricik kızını nasıl yaptıklarını anlatacak kadar özel hayat teşhiri ve pazarlamasından dolayı) görüntüsüyle -yine- karşılaşılır, yine de okunur, yine de tek bir edebi cümleye rastlanmaz... Çay biter, kahvaltı biter, üstüne sade Türk kahvesi gider...
Arkadaş yollanır, ballı Balım bebeği sevmeye gidilir... Ballı Balım'ın annesi lohusa depresyonunda şüphesine düşülür, kolundan çekiştire çekiştire sokağa çıkartılır, kahve içmeye gidilir, dedikodu yapıp, arada bir gözyaşı döküp karşılıklı rahatlanır. Ballı Balım'ın annesinin beni çok sevdiği hissedilip, mutlu olunur...
Bagajda spor çantası hazır... Gidip ter atılır... Yan bantta koşan iri yarı, yakışıklı olmasa da doğal bir büyüsü olan adam benimle konuşmaya çalışıp sürekli bakıp bakıp sevimlilik yaptığı için kıç kalkması durumu yaşanır, giderayak ne anlama geleceği belli olmayan bir gülücük atılarak duş almaya gidilir... (35 yaşımda flört etmeyi öğreniyorum. Çok basit: Bak, beğenirsen gülümse... Baksın, beğenirsen biraz ağırdan al, yine gülümse... hi hihi)
Duştan koca bir buhar öbeğiyle, pembe beyaz çıkılır... Pek mutlu, pek rahatlamış olunur... Saçlar mutlaka kurutulur... (bir daha boynum tutulmayacak, söz)
Arkadaş evinden alınır, sipariş üzerine hazırlanmış, tesmosa doldurulmuş güzel kokan bol sütlü kahve, çilek ve tosttan mütevellit sepetimiz görülüp sevinilir, Beytepe'de ormana gidilir... Keyif, keyif, keyif... Yağmur patlar, yine keyif... Saf yağmur suyu katkılı kahve... O da keyif. Zaten anlamam sadece gün boyu güneşi garantileyip pikniğe gidenleri. Hayatın tadı her mevsim. Islanmak da güzel, yanınızda kalın birşeyler ve yağmurluk olduğu sürece. Islak orman kokusu: En büyük keyif. Yağmur sesi: Keyif. Ormanda yağmurun yarattığı kasvet: Keyif. Yağmur yağarken güneş açması: Keyif ve benim obsesyonlarımdan biri. Saçını çek ve dilek tut. Ama mutlaka yağmurda ıslanırken yapmalısın. Öyle pencereden bakarken yağmur içine güneş açtığını gördüğün zaman değil...
Eh, artık boşanıp da semerimi yemeyeyim, eve geleyim... Yorgun yorgun eve varmak, kapıdan içeri süzülüp ilk kanepeye kendini atmak da keyif... Biraz kestir, köpek oğlunu da yanına alıp. Çok ihmal ettim onu bugün. Aaaaa, arada bir olur canım, hava yağmurlu olmasa o da gelecekti, gitmediği yer mi? Haftaya inşallah... Amanin, haftaya anneler günü! Güzel bir aile pikniğiyle herkesin gönlünü kazanabilirim. Ben de bir nevi anne değil miyim? Köpek annesi. Züğürt tesellisi...
Boşanmış ailelerin dramını!! yaşayan biricik oğlumu öbür eve teslim etme vakti geldi. Haftasonu annede, hafta içi öbüründe... Bu aralar düzen şaştı biraz. Hafta içi de bende kaldı ikidir...Çok yoruluyorum, ev beşinci katta... Sabah altıda içtima başlıyor. Akşam illaki eve dönmek zorundayım en geç yedide. Kapıda bekliyor beni. Beş kat çıkıp, üstümü değiştirip yine aşağı, sonra yine beş kat yukarı... Gün içindeki koşturma ayrı... Canın sağolsun güzel oğlum.
Telefon ettim, eski kayınvalidem müsait olduklarını bildirdi. Telefon etmeden gidemem. Gereksiz bir sürprizle karşılaşmak istemiyorum. Eski kocamın seksensekiz yüzlü ve seksensekiz suya götürüp susuz getirebilecek mahiyetteki sevgilisi, ancak aptalların ve işine gelenlerin göz göre göre kanacağı çok basit birkaç hareketle kayınvalidemin gönlünü kazanıp (mesela bir deste Kem oyun kağıdı) evde fink atıyor olabilir... Ar yok ki kadında, ben eski karınla yaşadığın evde mutlu olamam mı diyecek? Eski karı hali hazırda "karı"yken at oynatmadılar mı evimde, yatağımda? Yine arızaya geçtim. Üstüme bu mu be? Bu mu? İnsan bir kadında bazı değerler aramaz mı aptalların kralı? Beyinsizsin, beyinsiz... E, sen kendine bunu layık gördünse, ben ne yapabilirim? Zengin gösteren sonradan görme fahişeler sana değer mi katacak? Herkes arkandan konuşuyor, kadın (ismiyle anmıyorlar, sadece 'kadın' diyorlar) seni maymuna çevirmiş. Seni soytarılar gibi oynatıp, parmağının ucunda yönetiyormuş. Senin yaşlarında görünmek için yaşlı suratına hiç yakışmayan genç işi kıyafetler giyiyormuş. Çok komik görünüyormuş. Sen de parayla tutulmuş jigololara benziyormuşsun. Zengin arkadaşlarla gezmelere gitmeler filan... Üvey babacılık hareketleri... Komik ve sakil, ne diyeyim... Aşağılık kompleksi var herhalde... Pufffff!
Geldik öbür eve... Kapıyı çaldım, bekliyorum. Kayınvalide açtı, teşekkür etti. Bak bak bak... Bu iki oldu ama. Geçen sefer de oğlumu almaya gittiğimde beni zorla eve davet ettiklerinde, ben de medeniyet uğruna içeri girip kahve içtiğimde, oğlum beni görüp sevinçten dakikalarca çıldırdığında aynen şunu demişti: "Ben Bursa'dan döndüğümde de aynısını bana yapmıştı!" Yok bir farkımız yani... Yaşına hürmet edeceğim, duymamazlıktan geleceğim ama dokunuyor böyle şeyler, anlamıyor ki! Nasıl anlamıyor, onu da çözemedim... Sen ki yıllarca çocuğuna hasret yaşayıp, onu göz göre göre başkalarının büyüttüğünü görüp acı çekmedin mi? Kalpsiz misin nesin? O da benim oğlum be! Sen anlamayacaksın da beni kim anlayacak?... Sonra da bana "hakkını helal et" diyor...
Evet, ne teşekkürü? "Asıl ben teşekkür ederim, oğluma iyi baktığınız için" dedim, ayrıldım.
Şimdi sinirliyim...
Yarın iyi olurum.

Cuma, Mayıs 05, 2006

SAĞA SOLA SERPİŞTİRME

SERPİŞTİRME-1
Canım arkadaşım, bana bugün "manda" dedi...
Estağfurullah!
Çünküm;
Yaşadığım olaylara manda tepkisi veriyormuşum.
Hani mandaları tepiklediğinizde mesela, hemen tepki vermez,bir süre geçtikten sonra böğürmeye başlarlarmış...
(Aslında vakt-i zamanında bu benzetmeyi başka birşey için ben ona söylemiştim, şimdi hatırladım. Pis arakçı...)

Benim durumum da aynen öyle, haklı. Durdum durdum, aylar aylar sonra arızaya geçtim. Hani zaman her şeyi çözüyordu? Doğru, çözüyor... Zaman geçince katıksız (gurursuz, tedbirsiz, kırılmanın yarattığı nefretten uzak) püüüür-i pak duygular kalıyor geriye... Çok gerekliymiş gibi. Ben eski halimi seviyordum yaaa... Umurumda değildi, pek bir şımarık, pek bir havalı olmuştum. Bunda dış mihrakların etkisi de var tabii ki... Ama bir duruma çok seviniyorum: Hayatımda İLK KEZ aşk yaşıyorum...

Bu arada, kendimi rahat rahat anlatmaya başladım. Öyle eskisi gibi kapalı kutu değilim. Ölümüm ketumluktan olacaktı, boşa aldım zincirleri ve rahatladım, oh be! Artık anlatıyorum... Ne kendimi küçük düşürdüğümü hissediyorum, ne de açık verdiğimi. Anlattıkça da anlıyorum ki, benden bir sürü var. Yine de kabul ediyorlar ki, bendeki şanssızlık kimsede yok... Ben yaşamamalıymışım bunları. Benim gibi kız... (Koca kadın demek istemişlerdir) Elimi sallasam ellisi (Belki 2-3... 1'i garantiledik...) Eksik olmasınlar, sevdiklerinden herhalde. (Sahte tevazu)

Canım arkadaşım bir de utanmadan bana en sevdiğim Nazan Abla'nın bir şarkı sözünü göndermesin mi? Buyur burdan yak... Yakıştı ama.

BIRAK SEVEYİM RAHAT EDEYİM
Herşey çok kolay oldu
Ne sızlandım ne de ağladım
Ani bir ölüm yada bir kalp krizi gibi kolay
Bütün şehir üstüme gelicek
Dünyam yıkılacak sanırdım ama olmadı bitti işte
Bir süre gelen gidenler oldu
Beni anlamaya çalıştılar bir işe yaramadı
Sıkıcı ve kasvetliydim
Bazen bütün gün yorganı başımdan aşığı çekim uyudum
Bazen de ucuz filmler seyrettim
Günler böyle geçip gitti
Şimdi iyiyim
Sen utanç gecelerinde ben burda
Hepsi bu kadar sonrası yok
Unuttum gitti geberik, unuttum gitti, unuttum gitti
Ben akşamları sevmem, akşamlar sorun yaratır
Ben konuşmayı da sevem, gidişler hep o gidiştir
Senin geçtiğin yollardan yalnızlık çıkar gelir
Ve böyle akşamlarda içim biraz daha erir
Ben seni sevmedim, ben seni sevmedim
Ben yalan söyledim, çok sevdim
Bırak seveyim rahat edeyim
Ne sızlandım ne ağladım
Sana yalan söylemişler
Sen de mutlu sayılmazsın
Başka bir sebep göster
Sen beni yanlış anladın
Kimler gelir kimler geçer
Ben de bir melek değilim
Bugün canım sevişmek ister


Şimdi gidip Nazan Abla'mın toplama albümü alınmaz mı? Alınır, alınır... Nazan bir, MFO iki, Kenan üç... Üçü de gözü kapalı alınır.

SERPİŞTİRME-2
Bugün Hıdırellez!
Severim, heyecanla beklerim, gündüzden dileklerimi yazıp çizip, akşam olmadan gül ağacına bağlarım...
Bu sene kendi gül ağacıma bağlayacağım dileklerimi. Sarı sarmaşık güllerim var balkonda...
"Sana sarı sarmaşık gülleri aldıııııım, çiçek pazarındaaaaan"

SERPİŞTİRME-3
Belkıs Özener... Her bir karesini defalarca seyredip her seferinde huzur bulup ayrıldığım eski Türk filmlerinin, genellikle sonradan ünlü bir ses sanatkarı olan 'esas kadın'larının söylediği o şarkıların gerçek sesi... Albümde dinlediğim her bir şarkı, yüzüme tebessüm, dilime "Aaaaa, bu da şu filmdeki şarkıydı..." gibi bir cümle bıraktı. "Çok şeker", her ne kadar gıcık bir tanımlamaysa da, buna başka biri uymuyor...

Çarşamba, Mayıs 03, 2006

BABAMI ÖZLEDİM

Babamı düşünüyorum.
Başım ne zaman sıkışsa, kendiliğinden gelişen bir terapi gibi, kendimi babamı düşünürken ve onu özlerken bulurum.
Erken ayrıldık birbirimizden. Ona hala çok ihtiyacım var. Onun genişliğinin, hoşgörüsünün yarattığı yaşama zevkini bana aşılamasına çok ihtiyacım var. Ona şikayet edeceklerim var. Ona gözlerim parlaya parlaya anlatacaklarım var.
...da erken gitti. Ayıp etti. Çok iyi şey, az kötü şey kaçırdı.
Benim işe girip para kazandığımı görmedi.
Araba kullanabildiğimi görmedi.
Torunlarını görmedi.
Köpek oğlumu görmedi.
Evlendiğimi görmedi.
Boşandığımı -iyi ki- görmedi...
Hayata dört elle sarıldığımı görmedi.
Anneme ne kadar iyi baktığımızı görmedi.
Belki gördü, biz onu görmedik...

Çok küçücükmüşüm ben babam öldüğünde be!
Dünyadan haberim yokmuş.
Şimdi o olsaydı, belki şu yaşıma kadar yapmış olduğum hataların büyük kısmını yapmazdım.
Hayatta öngörüsüne inandığım ve koşulsuz kabul ettiğim tek insandı.
Özledim seni canım babam.

Salı, Mayıs 02, 2006

MUTSUZUM SEBEPSİZ

Bu işte bir gariplik var...
Herşey yolunda gidiyor aslında.
Ailem yanımda, iyi bir işim var, borcum yok, bana çok değer veren biri var, iyi arkadaşlarım var, her şeyden öte sağlığım yerinde.
Eeeee?
İnsan daha ne ister?
Yetmeyen ne?
Niye mutsuzum?
Niye bocalıyorum?

Yıllarca yaşadığım eve misafir gibi gitmek koydu belki.
Belki de benim her bir köşesinde emeğim olan, her bir eşyasını mutlu olalım diye keyifle ve hevesle yerleştirdiğim o evde hayatın bensiz de gayet güzel devam ettiğini görmek koydu.
Belki de kimsenin benim ne hissedebileceğimi önemsemeden düşüncesizce konuşması koydu.
Belki de o evde, benden başka kimsenin, hayatını ve düzenini değiştirmek zorunda kalmaması koydu.
Ama haklılar...
Ben hakettim tüm bunları.
Ben var ya ben, çok ama çok kötü şeyler yaptım...

"İnsan daha ne ister?" dedim ya...
Aşk falan istemiyorum.
Saygı göreyim, ANLAŞILAYIM yeter.
Biraz da benim penceremi açıp, benim gördüklerimi görsünler yeter.
Zahmet edip, benim hissettiklerimi anlamaya çalışsınlar yeter.
Kıçları yiyorsa benim mücadelemi versinler yeter.
Benim gibi, zaman zaman arızaya geçseler de yaşadıkları herşeyi olgunlukla karşılayabilsinler yeter.

Zaten bu yazı da premenstrual döneme denk geldi...
Nedir bu isyanlar ayol? Yakışıyor mu bana?
Yakışıyor, yakışıyor...
Bunları yaşamamak, hissetmemek olmaz. Normal insan tepkileri...
Bunlar da geçecek.
Ama asla birilerinin canını yakmadan.
Asla birilerinin mutsuzluğu üstüne mutluluk kurmadan.
Çıldırmadan, edepsizleşmeden.
Zaman içinde, sindire sindire...
Usul usul, asil asil geçecek...

Cuma, Nisan 28, 2006

BALLI BALIM BEBEK

Çok uzun zamandır görmemiştim:
Mutlu, dingin, sevgiden çakmak çakmak, gururlu, umutlu bir çift göz... Canım arkadaşımın canım bebeğine baktığı gözleri...
Uzun zamandır sevinçten hüngür hüngür ağlamamıştım.
Çok sevdiğim birinin çok hakettiği birşeye kavuşması...
Çok istediği bir bebeğe, çok sevdiği adamın bebeğine sahip olması...
Aşk bebeği.
Bal bebek, Balım Bebek!
Şanslı bebek...
Kimse ailesini seçemiyor güzel bebek... Öyle bir ana-babaya düştün ki, öyle şanslısın ki...
Şansın ömrün boyunca devam etsin...
Allah karşına hep iyi insanları çıkarsın.
Karşına çıkan herkes, sana hakettiğin değeri versin.
Bugün henüz yumuk yumuk olan güzel gözlerin, hayata, hep annenin sana baktığı gibi baksın.
Hayat, adının hakkını sana versin.
Bal gibi bir ömrün olsun.

Salı, Nisan 25, 2006

EVÖDEVİ

Ders: Kompozisyon
Konu: Bkz.bir önceki yazı
Giriş:
"Bu konuda çok fazla yazıp söylemek istemiyorum."
....diyenden kork.
Gelişme:
Ölürüm de adım atmam. Artık önüme bakıyorum. Kendimi değerli hissediyorum. Bunu kimsenin yıkmasına izin vermem.
İsteyen buyurur, gelir. Kapımı açarım ya da açmam. Kapıdan içeri alırım ya da almam. "Kahve içer misin?" derim ya da demem. "Seni seviyorum, bundan sana ne?" derim ya da demem. (Bu kimin sözüydü?..) "Kendi kendime aşk yaşıyorum, bundan hoşlanıyorum, ortada o kadar seçenek varken aptalca seni düşünüyorum, ne trenler kaçıyor bir bilsen" derim ya da demem.
İstemeyen gelmez ... Bu benim için kayıp mı? Yooooo!.. Kendi kendime yaşamaktan zevk aldığım birşey değil mi bu zaten? Yaşarım, son tozlar silkinene kadar beklerim, önüme bakar, yeni trenlere binerim... Tren biletleri zannettiğim kadar zor bulunmuyormuş. Hem de up-ultra mep-mega enbisüper hızlı, komforlu trenler...
Ben hala 'kara tren'de takıldım... Hay şu nostaljik ruhumun içine................
Kara treeeeeyn gecikiiiiir, belkim hiç dööööynmeeeeezzz.....
Sonuç:
O kadar da aptal değilim.

Cumartesi, Nisan 22, 2006

"SİLMEZ GİBİSİN"

Bugün biraz dağıldım.
Gittim MFÖ-Agu'yu aldım.
"Silmez Gibisin"i dinledim,
Daha da dağıldım...

Ben... hala....
Bu da mı başıma gelecekti?
Hani sonsuz mağrurluk?
Aptal mıyım, neyim?
Etkilendim işte.
Gözleri hala çok güzel.
Onlardaki masumluk olmasa, şeytan olduğundan şüphem kalmayacak.
Aptal mıyım neyim?
Evet, öyleyim.
Ripiiiiit aftır miiiii:
Koko is a stupid woman.
Ripiiiit egeyn...
Koko is a stupid woman.

Aferin, haftaya bu konuda bir kompozisyon yazıp gelin.

Çarşamba, Nisan 19, 2006

SİNİRLERİMİ ALDIRDIM

-Ver o tabağı bana!
-Vermiyom!
-Ya neden ya?
-Vermiyom işte! Kolaysa al.
-Ben topladım o dutları, ben dağıtırım herkese.
-Bu bahçe bizim, dut ağacı da bizim. Vermiyom işte!
-Burası sizin bahçeniz değil bi kere... Apartmanın bahçesi. Dutları koyduğumuz tabak da bizim! Dutları da ben topladım o koca ağaçtan! Bak, kolum bile kanıyor. Ağaçtan inerken dallara sürtündüm.
-Vermiyom, vermiyom, vermiyom da vermiyom!
-(Elime küçük, kör bir meyve bıçağı alıp havada sallamaya başladım) Veriyor musun?
-Vermiyom!
-Ver!
-Vermiyom!
-Saplarım!
-Vermiyom!
-Yaparım valla!
-Vermiyom!
-Ver ulan!
-Vermiyom!
-Al o zaman!

Bıçak, Mustafa'nın kabak kafasında asılı kaldı ucundan. Ben de kırıta kırıta eve yürümeye başladım hızla.
Arkamda şu sesleri duyuyordum:
Mustafa: Anam anam anaaaaaağğğğğmmmmm!
Kınalı Ayşe(Mustafa'nın annesi): Vay baba dutmayasıca seniiiiiii! Vay dürzüüüüüüüüüüü! Vay başıma gelenleeeerrrrr!

Gerisini duymadım, çoktan eve varmıştım. Annem kapıyı açtı, "piknik n'oldu" dedi, "sıkıldım" dedim. Oyuncaklarımı çıkardım, sakin sakin oynayarak felaketi beklemeye başladım. Kısa süre sonra kapı çaldı. Mustafa ve Kınalı Ayşe geldi. Ayşe söyleniyor, Mustafa ağlıyor... Gürültüden bütün apartman sakinlerinin kapıları birer birer açılmaya başladı. Annem şaşkın... İçeri aldı onları, anlayacağını anladı, üzerini değiştirip bana tek kelime etmeden kapıyı çarpıp çıktı. Eczaneye pansuman yaptırmaya...

Eve döndüğünde dehşetle bana bakıyordu. Yanında kafası sarılı gazi ve annesi... Uzun bir ikna ve zorlamayla Mustafa'dan özür diledim, gittiler. Ne ceza aldığımı hatırlamıyorum, sağlam birşeydi herhalde. Zaten Mustafa'dan özür dilemek yeterince küçük düşürmüştü beni.

Bu nasıl birşey? Serinkanlı katiller gibi adam bıçakla, arkana bile bakmadan suç mahallini terket, hiçbir şey olmamış gibi oyun oynamaya başla... Olacak iş değil, ama olmuş işte... Durumu şöyle etraflıca düşündüğümde, yaptığım işin ne kadar korkunç olduğunu anlıyorum. Ya bıçak sivri uçlu ve keskin olsaydı? Ya kolları kuvvetli bir çocuk olsaydım? Saygıdeğer avukat bey ve zarif eşlerinin küçük canavar kızları ıslahevinde...
-İlk suçunuzu ne zaman işlediniz?
-Altı yaşımda adam bıçakladım abi...
-Eyvallah, abi. Saygılar...

Özellikle kadın kısmısı, sevimli ve acar görünmek istediklerinde "Ben çocukken çok yaramazmışım, ele avuca sığmazmışım, erkekleri bile dövermişim" gibi beyanlarda bulunurlar. Ben de şunu söyleyebilirim: "Ben çocukken çok yaramazmışım, kapıcımızın oğlunu bıçaklamışım. Ne sevimliyim değil mi???

Bırrrr! İçim soğudu.

Aslında bunları, şu bağlamayı yapmak için anlattım: Ben çocukken çok sinirliydim. Öyle böyle değil. Bana en çok şu soruyu sorduklarını hatırlıyorum: "Niye celallendin yine?"

Homur homur gezinirdim ortalıkta. En çok da -kendimce- bana haksızlık yapıldığını, hakkımın yendiğini, verdiğim emeklerin takdir görmediğini hissettiğim zamanlarda... Ablamı ezmeye çalıştıkları zaman, herşeyi ana-babalarına şikayet ettikleri zaman, cadaloz cadaloz mızıkçılık yaptıkları zaman, oyuncaklarını sinir sinir elletmedikleri zaman oyun oynadığım çocuklara kan kustururdum. Çok etkili sözler de öğrenmiştim: "Bi çakarım, bi de duvardan yersin!!!" Bak bak bak... Sağlam meydan okuma!
Bir de, sinirlenmemden keyif alan, suratımın aldığı şekilleri görmek için damarıma damarıma basan, başını babamın ve arkadaşlarının çektiği bir grup vardı, onlar ayrı... Çocukluğumun korkulu rüyaları...

İnsan çocuklukta hesapsızca yaşıyor duygularını, hesapsızca da aktarıyor.

Büyüdükçe işler değişiyor. Hesapsızca aktarılan duygular, birer birer hesap edilmeye, kabul görülmeyecekler elenip kalanlar aktarılmaya başlıyor. Hesabını bozanlar dışlanıyor. O yüzden susup oturmayı, temkinli davranmayı, içimize atmayı, yapana susup en yakınlarımıza patlamayı, tükürüklere "yarabbi şükür" demeyi, "elalem ne der" korkusu yaşamayı öğreniyoruz, sakin kalıyoruz nispeten. Gürül gürül akan çeşmeye gerekli durumlarda akan kontollü bir musluk takıyoruz mutsuz ola ola: Toplumsal musluk...

Sakin kalmanın, musluğu söküp atmanın bir yolu var: Olgunlaşmak.

İnsan nasıl olgunlaşıyor?
En sevdiklerinin ölümünü yaşadığında... O kadar büyük bir acıyla karşılaşıyor ki, zaman içinde çevresindeki insanların "acı" dediği şeylere gülüp geçiyor.
En güvendiklerinin kalleşliklerine tanık olduğunda... O kadar büyük bir şaşkınlık yaşıyor ki, hayatın içindeki hiçbir kötü sürprize şaşırmıyor, olağan karşılıyor...
Bir çocuğun sorumluluğunu aldığında, daha doğrusu bir çocuğu dünyaya getirmekle 'hayat'a yetiştirmenin farkını anlayarak sorumluluğunu aldığında... O kadar büyük bir sorumluluk taşıyor ki, hayatta hiçbir acının, hiçbir yoksunluğun, hiçbir bencilliğin çocuğuna öyle ya da böyle zarar vermemesini sağlamak için dimdik ayakta duruyor...

Sonuç: Doğum, kazık ve ölüm insanları olgunlaştırıyor.

Olgunlaşmak... Değecekleri ve değmeyecekleri ayırabilmek. Hayatın ne kadar kısa olduğunun, hatta -bana göre- bir sınav olduğunun farkına varmak. Sığır gibi yaşamamak, ama değecek şeylere tepki göstermek. Kimseyi istediğimiz gibi davranmaya zorlamamak, olduğu gibi kabul etmek, kabul etmiyorsak "elveda" diyebilmek. Farklı altyapıların farkında olmak. Yapılana değil de, yapılma sebebine bakmak. Niyete bakmak. Cahilliği belki, ama manevi ahlaksızlığı affetmemek, tepki göstermek, ama kendini hırpalamadan. İçini rahat ettirecek kadar, tepkini gösterirken yaptıklarından sonradan utanmayacak kadar. Değmeyeceklere tepkisiz kalmak. "Zavallı" demek, kendi haline bırakmak. Mutsuz ya da sinirli görünerek onları amacına ulaştırmamak.

Son günlerde aklımı kurcalayan birşey var: Farkında olmadan, 7-8 ay kadar süren bir operasyonla sinirlerimi aldırdığımdan şüpheleniyorum. Zaman içinde, sindire sindire, ince ince her birini tek tek toplatmışım sanki... İncelik gerektiren, zamana yayılması gereken bir operasyonmuş ve sanki ben hasarsız, sapasağlam atlatmışım bu operasyonu... Uçarak çıkmışım ayılma odasından. Öyle hissediyorum. Hiçbir şeye kızmıyorum. Bir hoşgörü, bir memnuniyet, bir güleryüz gırla gidiyor...

Yalnız birşey var: Operasyon sırasında, ufak bir sinir parçasını bilerek ve isteyerek unutmuşlar vücudumda. Bana da demişler ki, bunu değecek yerlerde devreye sokarsan, sana faydası olur... Ota boka, değmeyecek insanlara kullanırsan, her seferinde katlanarak büyür, tüm vücudunu sarar ve yine o şampuanın bittiği için bile sinir krizleri yaşadığın günlerine dönersin...

Doktorlar gayet ciddi... Tehdit gayet etkili...
İş başa düştü: Sinir yok! Sinir yok! Acı yok! Koyunluk da yok!